30 Kasım 2008 Pazar
KUM VE TAŞ
Bu hikâyede iki arkadaşın çölde yürüdüğünü anlatır.
Yolculuğun bir noktasında bir tartışma olur ve biri diğerine tokat atar.Tokadı yiyen canı acır ama bir şey söylemeden kuma şöyle yazar:
“ BU GÜN EN İYİ ARKADAŞIM BENİ TOKATLADI”
Bir vahaya gelene kadar yürümeye devam ederler ve suya girmeye karar verirler. Tokadı yiyen bataklığa saplanır ve boğulmak üzereyken arkadaşı kurtarır.Boğulmadan kurtulan, kurtulduktan hemen sonra bir taşa şöyle yazar:
“BU GÜN EN İYİ ARKADAŞIM HAYATIMI KURTARDI”
Tokadı atan ve hayat kurtaran sorar:
“Canını acıttığımda kuma yazdın, neden şimdi taşa ?Diğeri cevaplar:
“Birisi canımızı yaktığında kuma yazmalıyız ki bağışlama rüzgarı silebilsin, ama biri bizim için iyi bir şey yaparsa taşa kazımalıyız hiçbir rüzgar silmesin.
Örümcek ağı
Dünya hayatında hep kötülük işleyen bir adamı Cehennem kapısında bir melek karşıladı.
Melek adama şöyle seslendi:
"Hayatta iken tek bir gün bile birisine iyilik yaptıysan buraya girmeyeceksin."
Günahkâr adam uzun süre düşündükten sonra, bir keresinde ormanda gördüğü örümceği hatırladı. Balta girmemiş ormanda yürürken önüne bir örümcek ağı çıkmıştı. Adam ağı bozmamak ve örümceği ezmemek için o gün yolunu değiştirmişti. Heyecan içinde o günü meleğe anlattı.
Melek adama gülümsedi ve ardından elini şıklattı. Gökten bir örümcek ağı inmişti.
Adam bu ağa tutunarak cennete tırmanabilecekti.
Adam neşe içinde ağa tırmanırken cehennemde bulunan bazı günahkârların da bu ağa tutunarak cennete ulaşmaya çalıştıklarını farketti.
Ama adam ağın o kadar çok insanı taşımayacağından korkarak onları itmeye başladı.
Tam o sırada ağ gerçekten koptu ve diğerleri ile birlikte adam da Cehenneme düştü.
"Yazık," dedi Melek, "Bencilliğin, hayatında işlediğin tek iyiyi de kötülüğe döndürdü. O insanlara şefkat gösterebilseydin, ağın herkesi taşıyabileceğini de görecektin..."
Yaşamdan.. Sevmekten vazgecmeyin. Iyiliginizden vazgecmeyin.
Akrep
29 Kasım 2008 Cumartesi
Sobe!...
Gün gelip de sobeleneceğim aklıma gelmezdi, genelde kendi çizgisinde ilerlemeye çalışan biriyimdir, arada sapmalar, şaşırtmacalarım olsa da...
Bu aralar yazmasam da, günlük tarzı yazılarımı okuyanlar beni tanır gibi olurlar, ilâve tanıtım gerekmeyebilir diye düşünürüm.
Cevaplamaya geçelim mi? : ))
Adınız?
Aranızda adımı ve oturduğum yeri bilen arkadaşlar var olsa da bu soruya yine Hayat olarak cevap vereyim.
Nerede oturuyorsunuz, nerelisiniz?
Yaklaşık 80 yıl öncesi Giresun, doğma büyüme İstanbul, evlendikten sonra İstanbul- ...... arası gidiş- gelişlerle yine bir Karadeniz ilinde geçen uzun yıllar, şimdi yine İstanbul...
En sevdiğiniz müzik türü ve sanatçı?
Ruhuma hitabedip, kulağıma hoş gelen bir çok türde müzik dinlesem de favorim, Türk Sanat Musikîsi...
Notaları eğip bükmeden, ağdalaştırıp taverna ağzına kaçmadan, duru ve duygulu olan seslerle yapılan yorumlamalar favorim...
Örneklemem gerekirse Yaralı Kalbim' i seslendiren erkek sanatçının sesi ve yorumu erkek sesleri için en çok beğendiklerimden...
En sevdiğiniz film ve sanatçı?
Mor Yıllar, İnsanlar Yaşadıkça, Rüzgâr gibi Geçti ilk aklıma gelenler...
Audrey Hepburn ve Ingrid Bergman' ı beğenirim.
Yaptığınız spor var mı?
Tempolu yürüyüşün en ideal egzersiz olduğunu düşünürüm. Yapılabilirliği açısından da daha uygun bir spor...
Günde 6 km. rutinimdi, son bir yılda düzen tutturmakta zorlandım.
Giyim tarzınız?
Klâsik çizgiye daha yakınım.
En son okuduğunuz kitap?
Mevlâna ile ruhun uyanışı- Ö.Faruk Reca
En sevdiğiniz yazar, yazarlar?
Leo Tolstoy, Paulo Coelho, Peyâmi Safa, R.Nuri Güntekin...
Sizi mutlu eden kişi?
Tek bir kişiye mutluluk bağlamıyorum.
En sevdiğiniz yemekler?
Etli yaprak sarması, z.yağlı fasulye, z.yağlı enginar...
En sıkıntılı anlarda kurtarıcınız kimdir?
Rabbim ve dualarım...
Hayatınızın en önemli olayı nedir?
Üniversite son sınıfta geçirdiğim kaza... Neredeyse mutlak bir ölümden hayata dönüş... Yaşamam bir mucize olarak değerlendirilmişti.
Sizin için sevgi nedir?
Sevgi,
Varlığın amacı,
Hayatın anlamı,
Kâinatın özü...
Kendinden başkasının, karşılık beklemez, çıkar gözetmeksizin, hattâ -kimi zaman- kendi zararına dahi olsa, iyiliği için uğraşmaktır.
Emektir, hoşgörüdür, sabırdır, paylaşımdır.
Başınıza gelen en matrak olay?
8. sınıfta, Rehberlik dersindeyiz. En samimi arkadaşımla önlü- arkalı oturmuş, arada kaynatıyoruz. Arkadaşım fısıldıyor:
-Özcan (O yılların çok popüler damla sakızı) isteyen parmak kaldırsın!...
Belli- belirsiz parmak kaldırıyorum. Öğretmenimiz:
-Evet, Hayat... diyor.
-Şeyy.. efendim, diyorum. Arkadaşım bir şey sormuştu da...
Hanım- hanımcık, başarılı bir öğrenciyim. Öğretmenlerin genelde sevdiği türden...Öğretmenimizin sorusu hâlâ aklımda:
-Siz, arkadaşlarınızla parmak kaldırarak mı konuşursunuz? : ))
Sadece 5 kelimeyle kendini anlat?
Bu soruyu beni tanıyanlara sormalı... : )
Pratik, hassas, ayrıntıcı,mükemmelliyetçi (törpülemeye çalışıyorum çünkü çok yıpratıcı bir özellik) , âdil olmaya özen gösteren, biraz 'kendine özgü' bir tipim. : ))
Aşağıdaki Başak burcu tanımlaması bana uyar, siz beş özellik seçebilirsiniz: : )
"Ciddi düşünceli alçak gönüllü çalışkansınız.vaktinizin çoğu başkalarına her nasılsa hizmet etmekle onlara yardım etmekle geçiyor.en büyük isteğiniz bilgi edinmek ve bir fikrî kalite seviyesine ulaşmak.birçok kişinin gözünden kaçan ufacık ayrıntılar sizin dikkatinizi çeker.cesaretinizi pek kolay kaybetmiyorsunuz.zihin yapısı olarak ayrıntıcısınız pratiksiniz tedbirlisiniz ve ileri görüşlüsünüz.ilgilendiğiniz konuların başında perhiz ve sağlıklı temiz koşullar yer alıyor.eleştirici ayrım uygulayıcı ve pratiksiniz.aktif ve hareketlisiniz.pek çok konuya ilgi gösteriyorsunuz ama bu ilgiler kolayca değişiyor.kapanık çalışkan dikkatli sanatsever edebiyattan hoşlanan bir yapıdasınız.her konuda düzenlilik ararsınız......"
... diye devam ediyor. : )
Şimdilik kimseyi sobelemiyorum. En son lisedeyken böyle bir anket cevaplamıştım zannederim. : ))
Sevgiler...
28 Kasım 2008 Cuma
Kahve Hikâyeleri...
***Her kahve aynı tadı taşımaz... Nerede içiyorsan, kiminle içiyorsan ona gore degişir...
***Sahilde oturduğun rüzgarlı bir sonbahar günü, en sevdiğin dostun ağlarken içtigin kahvenin tadı kederlidir... Kahve telvesine yüreginin acısı karışır.
***Bir pazar öğle sonrası annenin "hadi bir kahve yap da içelim" dediği kahve huzurludur... Köpükler annenin göz bebeklerine yansır... Dudağının kıyısında kalan küçük bir gülümsemedir...
***Bir gece vakti zil zurna sarhoş birinin içtiği kahve düşülen kuyudan çıkma cabasıdır... Koyu kıvamlı kahverengi bir ipe tutunur çıkarsın ... çıktığın an uyuyakalırsın... ferahlıktır!!!
****Dostlarla içilen kahve neşedir... Kahkahalar köpüklerin üzerinde yüzer...
***Tek başına gece vakti balkonda içtiğin kahve yalnızlıktır...Acıdır tadı... Ama garip de bir keyfi, lezzeti vardır...
***Baban için yaptığın kahve sevgi doludur... çay bardağında, az şekerli...Kahve gibi görünmez sana... Ama sıcaktır dumanı tüter ve kokusu büyülüdür...
***Beklemediğin bir anda sana uzatılan kahve baskadır... Isıtır insanın...içini...
***Yorgun olduğunda içtigin kahve hafifletir seni... Kendine getirir, unutturur günün ağırlığını...
***Kahve aynı kahvedir belki... köpüğüyle, rengiyle, dumanıyla aynı kahvedir ama icilen kahveler ruhunun süzgecinden geçer ve tadlari degişir...Her kahve aynı değildir bu yüzden...
Ben de sizleri sevgiyle pişirilen bir kahve içmeye davet ediyorum. akşam, öğle öncesi, sonrası ya da gece kahvesi. ne zaman isterseniz.
Dostlukla yudumlayacağımız bir kahve molası vermeye ne dersiniz???
Sizin kahveniz nasıl olsun ???
KAHVE TİRYAKİLERİ DER Kİ; |
Hayat, ona göre, çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan, mücadele etmekten yorulmuştu. Bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu karşısına.
Genç kızın bu yakınmaları karşısında,mesleği aşçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi.
Bir gün onu mutfağa götürdü. Üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin üzerine koydu. Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye bir patates, diğerine bir yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini koydu. Daha sonra kızına tek kelime etmeden, beklemeye başladı. Kızı da hiçbir şey anlamadığı bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda karşılaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu. Ama o kadar sabırsızdı ki, sızlanmaya ve daha ne kadar bekleyeceklerini sormaya başladı. Babası onun bu ısrarlı sorularına cevap vermedi. Yirmi dakika sonra, adam, cezvelerin altındaki ateşi kapattı.
Birinci cezveden patatesi çıkardı ve bir tabağa koydu.
İkincisinden yumurtayı çıkardı, onu da bir tabağa koydu.
Daha sonra son cezvedeki kahveyi bir fincana boşalttı. Kızına dönerek sordu:
- Ne görüyorsun ?
- Patates, yumurta ve kahve ? diye alaylı bir cevap verdi kızı.
Daha yakından bak bir de dedi baba, patatese dokun.
Kız denileni yaptı ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi. Aynı şekilde,yumurtayı da incele. Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını gördü.En sonunda, kızının kahveden bir yudum almasını söyledi. Söylenileni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı. Ama yine de bütün bunlardan bir şey anlamamıştı:
-Bütün bunlar ne anlama geliyor baba ?
Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de aynı sıkıntıyı yaşadıklarını, yani kaynar suyun içinde kaldıklarını anlattı. Ama her biri bu sıkıntı karşısında farklı tepkiler vermişlerdi. Patates daha önce sert, güçlü ve tavizsiz görünürken, kaynar suyun içine girince yumuşamış ve güçten düşmüştü. Yumurta ise çok kırılgandı; dışındaki ince kabuğun içindeki sıvıyı koruyordu.Ama kaynar suda kalınca, yumurtanın içi sertleşmiş
katılaşmıştı. Ancak, kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde kalınca, kendileri degiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya tamamen yeni bir şey çıkmıştı.
-Sen hangisisin ? diye sordu kızına. Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin ?
Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin?
Yumurta gibi, kalbini mi katılaştıracaksın ?
Yoksa, kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin ?
Bazen niye yaşadığımızı unutuyoruz
İş yaşamında önemli yerlere gelmiş mezun arkadaş grubu, üniversitedeki hocalarından birini ziyarete gitmiş. Çesitli konular konuşulduktan sonra sohbet, işin yarattığı strese ve hayatın zorluklarına gelmiş.
Üniversite hocası kahve ikram etmek üzere mutfağa gitmiş ve değişik boy, renk ve kalitede birçok fincanın bulunduğu bir tepsiyle geri dönmüş.
Kimi porselen, kimi seramik, kimi cam, kimi plastik olan fincanları ve kahve termosunu masaya koyup kahvelerini oradan almalarını söylemiş.
Tüm eski öğrenciler kahvelerini alıp koltuklarına döndüğünde hocaları konuşmuş:
“Farkına vardınız mı bilmem. Zarif görünümlü, güzel, pahalı fincanların hepsi alındı, masada yalnızca ucuz ve basit görünümlü fincanlar kaldı.
Elbette ki kendiniz için en güzelini istemek ve onu almak çok normal.
Ama işte bu biraz önce bahsettiğiniz problemlerinizin ve stresin nedeni.
Hepinizin istediği fincan değil, kahve iken, bilinçli olarak her biriniz birbirinizin aldığı fincanları gözleyerek daha iyi olan fincanları almaya uğraştınız.
Yaşam kahveyse, iş, para ve mevki fincandır.
Bunlar yalnızca ‘yaşam’ı tutmaya yarayan araçlardır, ama ‘yaşam’ın kalitesi bunlara göre değişmez. Bazen yalnızca fincana odaklanarak içindeki kahvenin zevkini çıkarmayı unutabiliyoruz.”
Bazen niye yaşadığımızı unutuyoruz...
Hayatın özüyle değil de süsüyle uğraşıyoruz.
Hepimiz, fincanın içindeki kahveden çok, onu içtiğimiz kabıyla meşgulüz.
Gözlerimiz hep başkalarının bardağında.
Çevremizi de, kendimizi de buna göre şartlandırıyoruz.
Elimizdekiyle yetinmememiz ve daima mutsuz olmamızın sebebi budur...
Anlık hırslar ve bitmeyen istekler, bizi sadece istemek için yaşayan birer canavara dönüştürürken, o meşhur reklamdaki emre uyuyoruz:
‘Daha fazlasını iste’.
Ama bunu yaparken de 21. yüzyıl yıpranmışlığı ve kolaycılığı hâkimiyetindeki tembel ve kolaycı ruhumuzun şu emrine başüstüne diyoruz:
‘Daha fazlasını iste, ama daha az gayret et.’
Asgari ücret alanlarımız, evinde plazma televizyonu, yazlık tatilleri ve bol taksitli ay başlarıyla mutsuz. Çünkü daha fazlasını istiyor.
Çünkü hayatın özünden uzaklaşmış, kahvenin kabına kafasını takmış.
Ben sokaklarda yamalı pantolonlu insan görmedim, en son gördüğüm yamalı pantalon, 7 yaşındayken bana aitti.
Bugün her hanede, muhakkak tatile çıkan birileri var. Yaşamın farkına varmak ve yaşam kalitesi, ille de maddi imkânla olmuyor.
Ellerimizi açıp şöyle bir bakalım lütfen.
Çözemeyeceğimiz problem yok.
-Tüm kayıtlar alıntıdır-
27 Kasım 2008 Perşembe
Emeğin değeri...
Hindistan da çok ünlü bir ressam varmış...
Herkes bu ressamın yaptıklarını kusursuz kabul edecek kadar beğenirmiş... Ve onu "Renklerin Ustası" anlamına gelen Ranga Çeleri olarak tanısa da; kısaca Ranga Guru derlermiş...
Onun yetiştirdiği bir ressam olan Raciçi ise artık eğitimini tamamlamış ve son resmini yaparak Ranga Guru'ya götürmüş ve ondan resmini değerlendirmesini istemiş...
Ranga Guru ise;
- Sen artık ressam sayılırsın Racaçi.. Artık senin resmini halk değerlendirecek. Diyerek resmi şehrin en kalabalık meydanına götürmesini ve en görünen yerine koymasını istemiş. Yanına da kırmızı bir kalem koyarak halktan beğenmedikleri yerlere çarpı koymalarını rica eden bir yazı bırakmasını istemiş.
Raciçi denileni yapmış... Ve birkaç gün sonra resme bakmaya gittiğinde görmüş ki, tüm resim çarpılar içinde ve neredeyse görünmüyor... Çok üzülmüş tabii. Emeğini ve yüreğini koyarak yaptığı tablo kırmızıdan bir duvar sanki. Alıp resmi götürmüş Ranga Guru'ya ve ne kadar üzgün olduğunu belirtmiş.
Ranga Guru üzülmemesini ve yeniden resme devam etmesini önermiş.
Raciçi yeniden yapmış resmi ve gene Ranga Guru'ya götürmüş. Tekrar şehrin en kalabalık meydanına bırakmasını istemiş Ranga Guru... Ama bu defa yanına bir palet dolusu çeşitli renklerde yağlı boya, birkaç fırça ile birlikte... Ve yanına insanlardan beğenmedikleri yerleri düzeltmesini rica eden bir yazı ile birlikte bırakmasını istemiş.
Raciçi denileni yapmış...
Birkaç gün sonra gittiği meydanda görmüş ki resmine hiç dokunulmamış, fırçalar da, boyalar da kullanılmamış... Çok sevinmiş ve koşarak Ranga Guru'ya gitmiş ve resme dokunulmadığını anlatmış.
Ranga Guru ise; Sevgili Raciçi, sen birinci konumda insanlara fırsat verildiğinde ne kadar acımasız bir eleştiri sağanağı ile karşılaşabileceğini gördün...
Hayatında resim yapmamış insanlar dahi gelip senin resmini karaladı...
Oysa ikinci konumda onlardan hatalarını düzeltmelerini istedin, yapıcı olmalarını istedin... Yapıcı olmak eğitim gerektirir... Hiç kimse bilmediği bir konuyu düzeltmeye kalkmadı, cesaret edemedi...
Sevgili Raciçi Mesleğinde usta olman yetmez, bilge de olmalısın. Emeğinin karşılığını ne yaptığından haberi olmayan insanlardan alamazsın... Onlara göre senin emeğinin hiç bir değeri yoktur...
Sakın emeğini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle tartışma!...
Doğru seçimler...
Eğer;
ilerde bir gün arkanı dönüp KEŞKE demek istemiyorsan.
3 Şeyi doğru seç..
- Eşini doğru seç.
- Doğru eş her zaman uzun zaman flört ettiğin kişi değildir.
- Önemli olan kısa zamanda da olsa fikirlerinin uyuştuğu,
- Yaşam tarzlarının benzediği,
- Espri anlayışının yakın olduğu,
- Zor zamanların da hep yanında olacağını bildiğin,
- Dertlerini, sevinçlerini paylaşabileceğin,
- Fikirlerine, olaylara bakış açısına güvendiğin,
- Senin fikirlerine saygı duyan, Konuşmaktan sıkılmayacağın,
- Hayata küstüğün zaman seni kabuğundan çıkartıp eğlendirebilen,
- Gözlerine baktığında ne söylemek istediğini anladığın,
- Aynı zamanda iyi bir arkadaş,
- Fiziksel görünüşün dışında da seni sen olduğun için sevebilecek ve bunu kaldırabilecek birini eş olarak seçmelisin!
- Dünya da böyle biri var mı? diye sorabilirsiniz şimdi.
- Emin ol var!!
- Tabii ki sayıları fazla değil..
- Hatta hayatta insanın karşısına ya 1 ya da 2 kere çıkar, belki de hiç çıkmaz... Önemli olan onu fark edebilmek.
- Eğer bu satırları okunduğunda aklından bu özellikleri barındıran bir isim geçirmişsen çok şanlısın.
- Ne olursa olsun onunla birlikte olmak için elinden geleni yap.
- Çünkü bir daha onun gibisini bulma şansın çok az emin ol.
- Bütün aptal aşıklar gibi ilk hareketi ondan beklersen çok geç kalırsın..
- Eğer bu satırlar sana böyle birini çağrıştırmıyorsa..
- Onu fark edebilmek için sadece etrafına bakman yeterli olacaktır.
- Çünkü o da sana bakıyor olacak!!!
- İşini doğru seç...
- Doğru iş rahat iş değildir.
- Çok kazandıran iş de değildir.
- Kariyer de değildir.
- Klimalı büro ortamı da değildir..
- Doğru iş olmaktan zevk aldığın yerdir.
- Sabahleyin kalktığında gitmekte üşenmediğin, bıkmadığın yerdir. Tabii yanında rahatlık,para,kariyer varsa ne ala...
- Arkadaşlarını doğru seç.
- Çok sayıda arkadaşın olması 'iyi arkadaşın' olduğunun ispatı değildir.
- Güzel günlerdeki arkadaşlıklar geçicidir.
- Mutluluklarının yanında,
- Acılarını da paylaşabileceğin,
- Fikirlerine ihtiyaç duyabileceğin,
- Her zaman yanında olmasını isteyeceğin,
- Seni madden değil manen zengin eden,
- Bir tek arkadaş sana çok şeyler katacaktır.
- -alıntı-
26 Kasım 2008 Çarşamba
Nil' den bir alıntı
ZİLHİCCE NİN 10 GÜNÜ
Kur'ân-ı Kerim'de Fecr sûresinde "Ve on geceye yemin olsun." ifadesinde kastedilen on gece bazı kaynaklara göre Ramazan ayının son on günü veya Muharrem'in ilk on günü olarak belirtilse de genel goruş, bu mubarek on gunun Zilhicce ayının ilk on günü olduğudur.
Kamerî ayların onikincisi olan Zilhicce ayı, Islâm'ın beş esasından olan hac ibadetinin yerine getirildiği aydır. Bu mubarek ayın 1'inden 10'una kadar olan zaman dilimi "leyali-i aşere", yani on mübarek gecedir. 10'uncu gun ise Kurban Bayramının ilk günüdür. Peygamber Efendimiz (sav) bugünlerin önemini şöyle ifade ediyor:
"Salih amellerin Allah'a en ziyade sevgili olduğu günler bu on gündür! Ondaki her bir günün orucu bir yıllık oruca (sevapça) eşittir. Ondaki bir gece kıyamı (ibadetle ihya edilmesi) Kadir gecesinin kıyamına (ihyasina) eşittir."
Peygamber Efendimizin zevcesi Hafsa (r.a) diyor ki:
"Resulullah (sav) dört şeyi terk etmezdi: Aşure günü orucu, Zilhicce'nin on günü orucu, her ay üç gün orucu ve sabahın iki rekât sunneti."
Ebu'd-Derda (r.a) Zilhicce ayının önemini şöyle anlatıyor: "Zilhiccenin ilk 9 günü oruc tutmalı, çok sadaka vermeli, çok dua ve istiğfar etmelidir. Çünkü Resulullah (sav):
"Bu on günün hayır ve bereketinden mahrum kalana yazıklar olsun" buyurdu.
Zilhicce'nin ilk dokuz günü oruc tutanın, ömrü bereketli olur, malı çoğalır, çocuğu belâlardan korunur, günahları affedilir, iyiliklerine kat kat sevap verilir, ölüm anında ruhunu kolay teslim eder, kabri aydınlanır, Mizan'da sevabı ağır basar ve cennette yüksek derecelere kavuşur." (Sir'a)
Allah indinde Zilhiccenin ilk on gününde yapılan amellerden daha kiymetlisi yoktur. Bugünlerde tesbihi (Subhanallah), tahmidi (Elhamdulillah), tehlili (La ilahe illallah) ve tekbiri (Allahu ekber) çok söyleyin! (Abd b. Humeyd, Musned, 1-257)
Allahu Teâlâ'nın bereketli kıldığı, Kur'ân-ı Kerim'de üzerine yemin edilen, Zilhicce'nin ilk on gecesinde yapilan amellere 700 misli sevab verileceğini Peygamber Efendimiz (sav) müjdeliyor. Bugünler bizlere tevbe etme ve kısa zaman dilimlerinde tekrar çok semere elde etme fırsatının verildiği günlerdir. Biz de Peygamber Efendimize tabi olarak, gündüzleri oruçla geçirmeli, sadaka vermeli, Allahu Teâlâyı zikretmeliyiz.
ZİLHİCCE NİN 10 GÜNÜ link
25 Kasım 2008 Salı
GERÇEKTEN DOĞRUYA, DENİZ KABUKLARININ YOLCULUĞU...
GERÇEKTEN DOĞRUYA, DENİZ KABUKLARININ YOLCULUĞU...
Uzun uzun yıllar evveldi.... Uzak sahillerin, nemi yaprağı üzerinde, yemyeşil ormanlarında güzeller güzeli bir kız yaşarmış....... Adı yokmuş.. Bir isme de, ihtiyacı yokmuş zaten.
Duyamaz ve konuşamazmış, O...... Tüm gün topladığı deniz kabuklarıyla uğraşırmış sadece..... Her sabah uyandığında, “acaba bugün, hangi deniz kabukları bulma şansına sahibim” diye merak duyarmış..... Kime sorsanız, tüm deniz kabuklarının birbirine benzediği o uzun sahillerde, o aylardır yıllardır hep mutlu ve her günü ayrı bir umut ve güzellik içinde, heyecanla yaşamaktaymış.....
Çünkü O zamanın, sevenler için sonsuz olduğuna inanırmış...... Çünkü O, zamanın, sevinenler için kısa üzülenler için çok uzun, korkanlar için çok hızlı , bekleyenler içinse çok yavaş olduğunu, bilirmiş......
O, sonsuzu seçen, seven , ama çok seven bir yüreğe sahipmiş...... Topladığı ve dokunduğu her deniz kabuğu ile, yüreğine bir parça daha sevgi biriktirmekteymiş...... O, deniz kabuklarında, kulaklarıyla duyamadığı, bilinmez nice sesleri dinlemekteymiş aslında......
Yüreğinin kumsalları ve suları, ona hiç gitmediği, hiç görmediği kıyıların, nice hikayelerini anlatır durularmış...... Dünya, onun yüreğinde atarmış... Dünya, onun yüreğinde ses verirmiş evrene...... O, dünyayı yüreğinden işitir, bilir ve yaşarmış......
Bazen işittiklerimiz, yeter sanırız...bildiklerimiz gerçek sanırız....... Ve bunlar mutlu etmez bizi..... Çünkü mutluluk; duyamadıklarımızda, gidemediklerimizde, fark edemediklerimizdedir.... Oysa, görebildiklerimizden, daha fazlasıdır gerçekler........
Günlük döngüler içinde, Sevdiklerimizle ve kendimizle paylaşabileceğimiz şeylerden uzak kalarak yaşıyoruz hayatlarımızı maalesef..... Hayat bu olmamalı.. Işler hiç bir zaman durulmayacaktır ki, hep yoğun, hep çok olacaktır...... Ama sular bile durulur. Durulur ve durulanır o zaman su; sedeflenir, sakinliğin, dinginliğin tatlı huzuru , derinliği aks olur kumsallarda..... Bu hayattır işte.. Hayat oradadır... Dinlerken, beklerken, izlerken, durulanırken.. Hayat orada yaşanır gerçel anlamda.. Oysa bizler mekanik ve elektronik bir dünyaya hapis vaziyette şuursuz yaşıyoruz, “hayat, bu” diye.....
Yaşamımızı, hayata ve kendimize endeksleyebilmeliyiz... Gerçekle, doğru arasındaki farkı görebilmeliyiz...... Hepimiz .... Gerçekten mutlu olmak, sadece yüreğin işidir... Yüreklerimize fırsat vermeliyiz..... Her yeni güne başlarken, hangi deniz kabuğuna dokunarak, bilinmedik hangi yaşama katılacağımız şansına gülümseyerek, umutla uyanmalıyız...... Var olmanın güzelliği bu olsa gerek...
Acaba, bugüne kadar, yüreğinizde kaç deniz kabuğu biriktirmişsinizdir ? Sen..., bugün hangi deniz kabuğunu dinledin, ve bugün kaç deniz kabuğu topladın?
Insanın yüreği, belki de, deniz kabuklarından örülü olmalı. Her yürek, bir kumsal olmalı belki de...... Kumsal gibi sonsuz olmalı..... Kum tanelerinin kristallerinde, nice deniz çiçekleri, sedefleri açtırmalı her gün için.. Ve, her mevsimde ebruli olmalı o kumsal, her koşulda kumsalda olmalı varlığımız. Mesela, yazı, kumsal mevsimi biliriz sadece. Fakat, kışın da, oradayızdır..
Insanlar nedense, kumsalları, sadece yazın fark ederler...... Ne talihsizlik.! Tıpkı, yüreklerimizi de, aynı talihsizliklerle fark edemediğimiz gibi Belki de, maviyi görmek değildir önemli olan.. Belki, bakışlarımız gökyüzüne yöneldiğinde, Önce, uçurtmayı görebilmeli gözlerimiz.. Önce uçurtmayı görebilirsek, mavileri de yakalarız zaten...... Uçurtma, mavidedir nihayetinde....
Eğer her gün, yeni bir var olma çiçeği açıyorsa gözlerimizde ve Yüreğimizin ebruli kumsallarından, yepyeni deniz kabukları, sedefler toplayabiliyorsak, Yokluk yok demektir, değil mi? VE, her sabah ya da akşam üstleri, Sulanmalı mutlak o var oluş çiçeklerimiz....... Güne ya da akşama başlarken Yürek su ister......Çiy ister... Şebnem ister...... Insanın en yalnız olduğu zaman dilimlerdir, sabahın eri ve akşamüstleri....... Insanın en çok kendi olduğu, kendinde ve kendiyle olduğu vakitlerdir onlar. Doğrularımızdan, gerçeğe yönelik yolculuğun başladığı vakitlerdir. Sonsuza uzanan, uzanması gereken yürekler yollarını çiçeklendirme ve deniz kabuklarını sevgilendirme vakitleridir. Doğrularınıza sahip çıkın. Kendinizi yakalayın. Sonsuzluğu, kendinizden esirgemeyin. Bakın, dinleyin, dokunun, deniz kabuklarının size söyleyecekleri var.. Yüreğinizin, ebruli kumsalından ayrılmayın.
-alıntı-
24 Kasım 2008 Pazartesi
İnsanın dört mevsimi...
İnsanlar Hakkında Hüküm Verirken
Bilgeliğine şüphe duyulmayan bir adam çocukların hayat boyu sürecek bir ders vermek istiyordu. Oğullarının öncelikle insanlar ve hayatta hemen her konuda çabuk hüküm ve karar vermenin yanlışlığını öğretmek istiyordu. Bir gün dört oğlunu yanına çağırdı. En büyük oğluna, ülke dışına kış mevsiminde çıkıp bir mango ağacını görüp incelemesini istedi.
Daha küçük oğluna bahar mevsiminde yolculuğa çıkıp bir mango ağacını görüp incelemesini istedi.
Üçüncü sırdaki büyük oğluna da yaz mevsiminde yola çıkıp göreceği mango ağacını iyice incelemesini istedi.
Oğullarının en küçüğüne ise sonbaharda yolculuğa çıkıp göreceği mango ağacını incelemesini söyledi.
Mevsimler geldi geçti ve bütün oğulları yolculuklarını tamamladılar. Bilge baba bütün çocuklarını yanına çağırdı ve:
- Haydi, şimdi de görüp incelediğiniz mango ağacının özelliklerini bana anlatın, dedi. Kışın yolculuğa çıkan en büyük oğlu:
- Baba, ağaç sanki yanmış, kuru bir kütük gibiydi. Ondan daha küçük olan, bahar mevsiminde yolculuğa çıkan oğul söze başladı ve:
-Ağabeyim dediği yanlış, ağacın yemyeşil yaprakları her tarafını sarmıştı, dedi. Üçüncü sıradaki oğul ise ağabeylerine itiraz ederek,
- Sizin söylediğiniz gibi değildi, dedi, ağaç gül gibi güzel çiçeklerle donanmıştı. Sıra en küçüğüne gelmişti, o bütün ağabeylerine itiraz etti ve: - Siz hepiniz ne gördünüz bilmiyorsunuz, ağacın meyveleri vardı, ben tattım, tadı armudun tadına benziyordu, ağaçta armut ağacına benziyordu, dedi.
Şimdi konuşma sırası bilge babaya gelmişti. Bilge baba konuşmaya başladı ve şöyle dedi:
-Oğullarım, aslında hepiniz doğru söylüyorsunuz. Çünkü ağacı ayrı mevsimlerde gördünüz. İşte size hayat boyu aklınızda bulunması için öğüdümü vermek istiyorum:
İnsanların hal ve tutum ve davranışları hakkında hüküm verirken, o insanların her mevsimini, her yönünü bilip bilmediğinizden iyice emin olduktan sonra karar verin!..
Öğretmenlerimize... : ))
Bir söz yağmurudur, ders dediğin de,
Bulutsuz masmavi dünyalarına,
Onlarda toplanmıştır