31 Aralık 2008 Çarşamba

Hamal ...


HAMAL KISSASI

Eski zamanlardı. Yolların olmadığı zamanlar... Demek ki fakirdi bizim gibi çoğunluk, bu nedenle taşınacak yüklere talip olacak hamallar bulmak zor olmuyordu...

Yanımdaki hamalla yola çıktık.

İhtiyardı. Kendinden büyük bir yük almıştı. Benim sırtımda ise birkaç bavul vardı sadece, onunkinin çeyreği...

Diyordum ki içimden 'Çok gitmeden kıvrılırsa titreyen bacakları, yüklenirim sırtındaki yükün yarısını!..' Nitekim çok geçmeden dedi ki:

'Mola vakti. Gel biraz dinlenelim!...

'Ne molası, dedim ona hayretle. Ben daha terlemedim!..' Sözüme aldırmadı. Durdu. Çöktü.

Salarken yükünün ipini 'Sen de dinlen hadi' dedi. Benim canım sıkılmıştı bu işe.

Genç olduğumu, ondan kuvvetli olduğumu, bunun gibi bir bunakla yola çıkmamın ne büyük hata olduğunu düşünüyordum.O ihtiyar, bir bacağını azıcık uzatmış halde sessizce dinleniyorken, ben huzursuz bir şekilde ayakta dolanıyordum.

Bir saat kadar sonra yine durdu, oturdu, dinlendi. Ben kızgınlıkla dolandım etrafında... 'Yükünü indirip sen de dinlen', demesine aldırmadım, ona daha çok kızdım...

Sonra yine durdu. Bana da 'dinlenmemi' söyledi yine ama dinlenmedim. Yarım saat sonra 'dinlenelim mi' diye sordu, aksi aksi başımı salladım...

Kaçıncı molasıydı hatırlamıyorum, birden bire dizlerimin bağı çözüldü. Kafamın içinde uçuşan kara kara sinekler sustu, çöküp kaldım. Kayış kolumdan çıktı, sırtımdaki bavullar kaydı.

Ne kadar zaman geçtiğini fark etmedim. Uyumuştum da uyandım mı, yoksa bayılmıştım da ayıldım mı anlamadım... Baktım kendi kocaman yükünün üzerine benim bavullarımı da bağlamıştı. Küçük tasına birazcık su koyup dudağıma dayadı, içtim. Sonra koluma girerek;'Hadi kalk, dedi. Bana yaslan.

Ağır ağır gider ve bir süre sonra gene dinleniriz.' Dediğini yaptım. Omzundan güç aldım, ama asıl anlattıkları iyi geldi bana. 'Ben yılların hamalıyım, dedi. Nice pehlivan yapılı adamlar gördüm. Çoğu, dinlenmek istemediklerinden yükleriyle birlikte kendilerini de toprağa serdi sonunda... Yolda gördüğümüz saçılmış kuru kemiklerin çoğu, anlattığım bu insanlara ait...

Halbuki bir yükü 'taşımak' bizim işimiz, 'altında ezilmek' değil!.. Unutma ki bir yük , taşıdıkça ağırlaşır. Dinlenerek sen yükünü hafifletiyorsun! Belki günün birinde hamallığın şekli değişir. Belki o günleri ben göremem. Ama sen kavuşursan o zamanlara, aman ha, kafanın içinde de sakın yük taşıma... Akşamları bırak ve hafifle...

Sabah dinlenmiş olarak yeniden tekrar taşırsın yükünü. Bizim işimiz, bugünü yarına taşımak, bugünün altında yok olmak değil.

Çünkü yarınlarda bizi bekleyenler var, taşıdıklarımızı bekleyenler..

23 Aralık 2008 Salı

Algılama, keyif alma ve öncelikler

Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC''de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.

Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.

Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider.

Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.

En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar

Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz

Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell''in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston''da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı

Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell''in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? İdi...

Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise, dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba?

22 Aralık 2008 Pazartesi

Olgunluk (Sevdiğim bir yazı)

Olgunluk...

20 li yaşlara kadar iyilikle kötülüğün ülkesi, kalın sınır çizgileriyle ayrılıyor birbirinden.

Sıkı dostları ve düşmanları oluyor insanın. Onları ölesiye seviyor ya da ölesiye nefret ediyor onlardan.

30 larında yalanı hakikatten ayırt etmeye başlıyor.İyi sandıklarının hıyanetiyle tanışıyor, sırtında dost işi hançer darbeleriyle ; ve en kötü zannettiği şefkatle imdadına yetişiveriyor.

Zaman kanatlanıp da 40 ına yaklaştığında insan, iyiyi kötüden ayıran hudut çizgilerini bir birine karıştırıyor.

İyilere nakşolmuş kötüyü ve kötülerin içindeki iyiliği de keşfediyor ademoğlu.

Anlıyor ki, iyi insan / kötü insan yok ; insanın içinde iyilik ve kötülük var, kötüyle iyi panzehiri değil birbirinin ; kankardeşi. İyilerle kötüler çekiştirmiyor ipi. İyilik ve kötülükten örülmüş ibrişimin kendisi.


Bunu anlayınca şaşmıyorsun nefretin birden şehvete dönüşmesine ; acı girdaplarının içinde hazzın raksetmesine.Tevazuyla gurur,haysiyet likle onur el ele yürüyor.

İnsan, şuuraltındaki isyankarla sahtekarı, gü nahkarla tövbekarı birarada farkediyor. Benim, hükmeden ve boyun eğen,zulmeden ve acı çe ken.Bunca şiddet kadar onca merhamet de benim eserim.


Minneti nefrete, korkuyu cesarete, zaferi hezimete bulayan benim.Kundak bezime tıpatıp benziyor kefenim,hayatım muhteşem ve sefil, mağrur ve rezil, hayasız ve asil.Ben, hem örs hem çekicim.


İşte bu keşif kolaylaştırıyor yaşamı..

Anlıyorsun ki toplumlar gibi insanlar da kanlı içsavaşlarına borçlu ilerlemesini..


O zaman , iyileri kötülerden ayırmak gibi nafile bir uğraşı bırakıp ''başta kendin olmak üzere'' insanların içindeki iyiliğin peşine düşüyorsun ; kıymet bilmeyi ve '' yine başta kendin olmak üzere '' herkesi hoş görmeyi öğreniyorsun.

Tükendikçe pahalanıyor zaman ; günler azaldıkça uzuyor. Saçların gibi, seyreldikçe değerleniyor dostların.Günahları ve zaaflarıyla da övünüyor insanlar;sevapları ve zaferleri kadar.

Önemli değil kaç kez yenildiğin ; önemli olan, kaç yenilgiden sonra yeniden doğrulabildiğin.

Bu paramparça ruhlardan, çelişkili duygulardan,çatışmanın açtığı yaralardan mucizevi bir ahenk çıkıyor ortaya ki '' OLGUNLUK '' diyorlar adına.....

alıntı


Geçmiş olsun dilekleriniz için çok teşekkürler... Sevgiler...

Hayat

Kelimelerden köprüler kurdum!


Kelimelerden köprüler kurdum!
Kelimelerden yollar yaptım kendime. En güzellerini seçtim özenle. Kimi uzaklardan seher yeli ile geldi kondu başucuma, kimi karlı tepelerin zirvesinden çığ misali indi üstüme. Hayatın anlamını yeniden yazdım kelimelerle. Yeni bir başlangıç yaptım, onlarla kapattım eski sayfaların yapraklarını.
Kalemim titredi kimi zaman kelimeler dağıldı toparlayamadım. Tam hayata beyaz bir sayfa çevirmişken mürekkebim döküldü karardı hayat, durdu zaman. İnadına yeni tarihler attım, gelmemiş tarihler, yaşanmamış hepside.
An oldu tek kelime anlattı aklımdan geçenleri tıpkı bir bakışın her şeyi anlattığı gibi. An oldu cümleleri cümlelere ekledim olmadı, dolmadı kağıtlar. Alfabemdeki harfler yetmedi kimi zaman, ne yazsam anlatamadım derdimi kimselere. Damlalarım aktı sayfalarıma o zamanlarda, ellerim tutmaz oldu, gözlerimse görmez. Aklımdan birçok geçti ama ne ben o birçoklara yetişebildim ne de birçoklar beni bekledi.
Adımlarım kilitlendi kelimelerden kurduğum yollarımda. Zaman akıp geçti de bir ben geçemedim zamana inat yol almaktan. İnadına yaşadım yazdıklarımda , inadına haykırdım, içimde ne varsa kustum kelimelerle hepsini. Bomboş kaldı içim, ardından yeni kelimelerle doldurdum gidenlerin yerini.
Kimi zaman virgül koydum yenileri eklensin ardı gelsin diye. Kimi zamansa son noktayı attım yaşandığı yerde kalsın hayat, bir adım bile atamasın diye.
Gün oldu sevda koydum yazımın başlığını, gün oldu hüzün. Sevda ile hüzün birleşti aniden aynı cümlede yeniden doğdu. Ne sevda yarıştı hüzünle, ne de hüzün sevdayla. Birde baktım sevdada hüzün hüzünde sevda varmış meğerse.
Kimilerinin kuramadığı köprüleri kurdum ben kelimelerimle. Sevgi koydum ayaklarının ismini, yıkılmasın istedim kötülüklere karşı. Güzel ne varsa içinde sakladım. Hayat koydum köprünün adını. Yola çıkanlara yaren olsun, güzel başlangıçlarını yine güzel bitirsinler diye.
Alıntı

Nasıl Genç Kalırsınız? Arkadaşımdan bir mail...


1.Yaş, kilo ve boy dahil tüm işe yaramaz rakamları unut. Bırakın bunlara doktorlar
üzülsün. Onlara bunun için para ödemiyormusun?

2. Sadece güleryüzlü arkadaşlarınla kal.
Dırdır ve yakınmalar moralini düşürür. (eğer böyle biri isen bu durumu unutma!)

3. Öğrenmeyi sürdür:
Bilgisayarlar, otomobiller, hakkında, bahçecilik hatta her ne konuda olursa olsun daha çok şeyler öğren. Asla beynin tembel kalmasına izin verme.
“Tembel bir zihin şeytanın atelyesidir."
Ve şeytanın adı Alzheimer
‘dir!

4. Basit şeylerden keyif al.

5. Sık sık kahkaha at, yüksek sesle ve uzun uzun, nefesin tükenene kadar.
Ve seni güldüren bir arkadaşın var ise onunla daha çok zaman geçir.

6. Gözyaşları aktığında :
Üzül, dayan ve çekip git. Tüm yaşamında seninle olan bir sadece kişi vardır; o da kendin. YAŞA! canlı olduğun sürece!

7. Etrafını sevdiklerinle kuşat:
Ailen, ev hayvanları, hatıralar, müzik, bitkiler, hobiler ve daha ne varsa

Eviniz sizin sığınağınızdır.

8. Sağlığına şefkat göster:
Eğer sağlığın iyi ise,onu koru, eğer düzensiz ise geliştir, eğer daha da kötü ise onun için elinden ne geliyorsa onu yap.

9. Sorumluluk ile seyahat etme.
Şehre seyahat et, hatta yakın bir köye veya bir yabancı ülkeye fakat sorumlulukla değil.

10. Her fırsatta İnsanlara onları sevdiğini söyle.

Ve eğer bunu en az 4 kişiye göndermezsen kimin umurundaFakat sen yine de bunları birileri ile paylaş.

20 Aralık 2008 Cumartesi

Tıkanıp Kaldığında Hayat......

Tıkanıp Kaldığında Hayat......

Tıkanıp Kaldığında Hayat...

Bir yerlerde tıkanıp kaldığında hayat, soluk almak güçleştiğinde,
Yüreğin susup, mantığın sürüklemeye başladığında ayaklarını,
Dağlara dönmeli yüzünü insan.

Yeni patikalar, yeni yollar seçmeli, yüreğini ferahlatacak;
Yeni insanlarla 'tanışmalı, yeni keşifler yapacak....
Hep isteyip de, bir gün yaparım diye ertelediği ne varsa, Gerçekleştirmeyi denemeli!
Her geçen gece, ölüme bir gün daha yaklaştığını; zamanın bir nehir,
Kendisinin bir sal olup da, O dursa da yolculuğun devam ettiğini anlamalı.

Baş döndürücü bir hızla geçiyorsa birbirinin aynı günler,
Her akşam aynı can sıkıntısıyla eve giriliyorsa,
Değiştirmeye çalışmalı bir şeyleri;
Küçük şeylerle başlamalı belki; örneğin, bir kaç durak önce inip
Servisten, otobüsten; yürümeli eve kadar, yüreğine takmalı güneş gözlüklerini;
Gördüğünü hissedebilmeli!
Sağlığını kaybedip, ölümle yüz yüze gelmeden önce,
Değerli olabilmeli hayat!

İlla büyük acılar çekmemeli, küçük mutlulukları fark etmek için!
Başkasının yerine koyabilmeli kendini;
Ağlayan birine "gül", inleyen birine "sus" dememeli!
Ağlayana omuz, inleyene çare olabilmeli!

Şu adaletsiz, merhametsiz dünyaya ayak uydurmamalı; Sevgisiz, soysuz kalarak!
Dikeni yüzünden hesap sormak yerine gülden,
Derin bir soluk alıp, hapsetmeli kokusunu içine...
Güneşin doğuşunu seyretmeli arada bir, seher yeli okşamalı saçlarını...

Karda, yağmurda; sevincine, coşkusuna; fırtınada boranda; Öfkesine, isyanına ortak olabilmeli doğanın!
Bir çocuğun ilk adımlarında umudu; bir gencin düşlerinde geleceği;
Bir yaşlının hatıralarında geçmişi görebilmeli! Çalışmadan başarmayı, sevmeden sevilmeyi, mutlu etmeden mutlu Olmayı beklememeli!

Ama küçük, ama büyük; her hayal kırıklığı, her acı; Bir fırsat yaşamdan yeni bir şeyler öğrenebilmek için; kaçırmamalı!

Çünkü; hiç düşmemişsen, el vermezsin kimseye kalkması için, hiç Çaresiz kalmamışsan, dermanı olamazsın dertlerin; ağlamayı bilmiyorsan, Neşesizdir kahkahaların;
Merhaba dememişsen, anlamsızdır elvedaların...

Ne, herkesi düşünmekten kendini, ne; kendini düşünmekten herkesi unutmamalı!
Bilmeli; çok kısa olduğunu hayatın; hep vermek ya da hep almak için...
Sadece, anlatacak bir şeyleri olduğunda değil,
Söyleyecek bir şey bulamadığında da dinleyebilmeli!

Aklı ve kalbiyle katılabilmeli sohbetlere...
Hafızası olmalı insanın; hiç değilse, aynı hataları, aynı bahanelerle tekrarlamaması için!
Soruları olmalı, yanıtları bulmak için bir ömür harcayacak! Dostları olmalı, ruhunun ve zihninin sınırlarını zorlayacak!

Herkese yetecek kadar büyük olmalı sevgisi;
Ama, kapasitesi sınırlı olmalı yüreğinin ki, hakkını verebilsin sevdiklerinin;

Zaman bulabilsin; Bir teşekkür, bir elveda için...
Yaşam dedikleri bir sınavsa eğer; Asla vazgeçmemeli sevmek ve öğrenmekten;
Ama, herkesi sevemeyeceğini de her şeyi bilemeyeceğini de fark edebilmeli insan!

Tıpkı, her şeye sahip olamayacağı gibi...
Zamanın ninnisiyle, uykuda geçirmemeli hayatı...!

alıntı..

Ne olursa olsun aslâ vazgeçme!



Ne olursa olsun aslâ vazgeçme!



Gözlerini açtığında çölün tam ortasındaydı. Fidye için yanlış adamı kaçıran mafya, sanki intikam almak istercesine genç ve suçsuz adamı, çölün ortasında ölüme terk edip kaybolmuştu. İnanılır gibi değildi. Epeyce bir şaşkınlıktan sonra düşünmeye başladı genç adam. Aklına henüz dördüncü sınıfa giden on bir yasındaki oğlu geldi. Oğlu uzaktaydı ve yasadıkları kasabada yapayalnızdı.



Geçen yıl bir trafik kazasında karisini kaybetmişti. Oğlu için, onun geleceği için yasamak zorunda olduğunu biliyordu. Bunları düşününce yüzünde bir intikam ifadesi oluştu. Bekle beni yavrum geliyorum, senin için yasayacağım seni asla yalnız bırakmayacağım dedi.



Günesin battığı yöne doğru yürümeye başladı. Yürüdü, yürüdü, yürüdü; Aç ve susuz tam üç gün yürüdü. Umutları bitmek üzereydi. Üç gündür bir vahaya ulaşamamıştı. Kararlıydı, yavrusuna kavuşacaktı, vazgeçmemeye yemin etti. Yürüdü. Büyük bir inançla yürüdü. Susuzluktan çatlayan dudaklarından akan kani eme yürüyordu.



Birden muhteşem bir şey oldu ve bir vaha gördü, yaklaştı. Kurtuldum, geliyorum yavrum diye koşmaya başladı. Vahanın yanına geldi, su diye elini daldırdığı şeyin kavurucu sıcağı adeta bir serap tokadı savurdu adama. Lanet olsun dedi ve yürümeye devam etti. Kısa bir süre sonra yeniden bir vaha gördü. Ağaç, çiçek, su, her şey vardı. Yine koştu. Bu seferki kesinlikle vahaydı. Ama yaklaşınca çöl sağır edercesine yüksek bir sesle bağırdı: Ben bu kadar cömert değilim, serap görüyorsun seraaap! Genç adam yılmadı, yıkılmadı. Yine yürüdü. Oğlu bir an bile çıkmıyordu aklından... Tekrar bir vaha gördü, koştu ve yüzüstü suya atladı. Ağzına dolan kumlar yine serap diye bağırdı. Hiç hali kalmamıştı ama her gördüğü vahaya koşuyordu, her seferinde serap olsa da.



Artik besinci gün de bitmişti. Sürünerek gidiyordu oğluna, yeniden bir vaha gördü. Kumlara tutuna gitti. Bu kaçıncı seraptı Allah bilir. Hızı tamamen biten genç adam artik sürünemiyordu bile. Yeniden bir vaha gördü. Biraz daha gitti, biraz daha süründü. Güçlükle şunları mırıldandı: Beni affet oğlum gelemiyorum. Biliyorum bu da serap, bir sonraki de. Elveda!



Kendini günesin eriten sıcağına bıraktı ve teslim oldu. Kısa bir süre sonra öldü. Ertesi gün ayni yerden bir kervan geçti. Kervanın kılavuzu genç adamın cesedini buldu ve söyle seslendi: Su içmeyi bırakın da çabuk buraya gelin. Burada bir ölü var.



Suya 10 metre kala susuzluktan ölmek kim bilir ne acıdır, ama ölen hiçbir zaman bunu bilmez.

Mevlâna Hz. - Güncel...

Cep telefonumun sesiyle uyandım. Uyku- uyanıklık arası ilk aklımdan geçen:
'Bu saatte kim arar?' oldu.
Cevapsız çağrı 1
Arayanın kimliğine baktım:
"hacer avea"

Saate göz gezdirdim, 01.48 ...
O akşam geri döneceğini sanıyordum, birkaç gündür Konya' daydı Mevlâna Hz. nin ziyareti, etkinliklere katılma, o mânevi havayı soluma niyetiyle...

-Bak, şu anda Mevlâna Hz. nin türbesinde, dışarıdayız.Hava soğuk, kimsenin umrunda değil... Şeb-i Arûz töreni sonrası İran' dan bir kafile,Hz. Mevlâna' nın âşıklarından, dinle bak...diyor.

Yalnızca vurmalı sazlar ve ses...
Uzak diyarlara gidiyorum müziğin ritmiyle, bir kez daha, orada olmayı diliyorum.
Oksijen açlığı çeken bir insanın soluduğu nefes, susuzluktan kavrulmuş bir yolcunun suya sarılışı gibi bırakıveriyorum kendimi, gözlerim kapalı...
O sessiz, ben sessiz... Uzak mekânlarda aynı duyguyu yaşıyoruz.

O akşam televizyondan izlemişim törenleri...
Hacer, son akşamki gösteriye izleyici olarak katılmak istediğinde; kalabalık olur, konuşmalar da çok olur. Başka gecelerdekinden birini izle... demişler.
O akşam döneceğim memlekete, diyordu.

Bir mahzunluk duygusundayım.İçimde 'cız' eden bir şeyler var. Onunla paylaşmayı çok, pek çok isterdim. Bunu ifade ediyorum.
-Buradasın, diyor. Gönlümde!... Hep benimleydin.
Aklıma şu dizeler geliyor:

Ağlamak için gözden yaş mı akmalı?
Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?
Sevmek için güzele mi bakmalı?
Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı?
Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır?
Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı?
Hırsızlık; para, malmı çalmaktır?
Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı?
Solması için gülü dalından mı koparmalı?
Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı?
Öldürmek için silah, hançer mı olmalı?
Saçlar bağ, gözler silah, gülüş, kurşun olamaz mı?

Victor Hugo


Bir keresinde de sema gösterisi sırasında arıyor ve o ânın duygusuna ortak ediyor beni de...
Orada olduğu günler boyunca kimi zaman bir Mevlevî tekkesine dâvet edilişini ve buna dair konuşmalar- olanları anlatıyor.
Bir başka gün bakıyorum ki Cemalnur (Sargut) hanımla konser izlemiş. Bir başka gün, Cemalnur hanımın annesi Meşkûre Sargut ile aralarında geçen konuşmaya taşıyor beni...

Aslında kendisi yazsa daha ayrıntılı ve hoş olabilecek belki, unutulmasın bu anılar, çok hoş yaşanmışlıklar var içlerinde diye düşünüp aklımda kalanın da özünü nakletmeye çalışıyorum.

Bir gün, diyor. Bir yerde oturuyorum yine türbe civarında...Yine bir topluluk var, etraf kalabalık, farklı gruplar...
Kimseye yaklaşmamayı düşünüyorum. Sözünü ettiğim toplulukda Kâni Karaca da varmış. Yaman dedenin bir nat-ı şerifini okumasını rica ediyorum. Birisinden, bu isteğimi iletmelerini istiyorum. Sizi efendi hazretlerine götürelim diyorlar. Yok diyorum. Israr ediyorlar. O arada, Kâni Karaca da düz olarak yerine getiriyor ricamı. Ben duygulanıyorum. Ağlıyorum. Bir hanım sarılıyor bu sırada bana.
Bir başkası da lokum ikram ediyor. Almak istemiyorum, ağzıma lokumu atıyor. Tam ağlama sırasında olduğundan mıdır nedir nefes alamıyorum. Beni efendi hazretlerinin yanına götürüyorlar. Su getirin diyor. Suyu içiyorum ama halen nefes alamıyorum.
Bu sırada ben soruyorum:
- Hani onun için bir hareket vardır, diyaframa baskı yapılır. (Heimlich Manevrası) -Bilen yoktu demek ki, diyor. Ben kendim iki büklüm oldum ve elimi diyaframa bastırdım. Zor şer yuttum sanıyorum. Geçmiş olsun gibi birşey söyledi ama normal anlamından farklı bir manevi anlamı var gibiydi söylediği sözün. Raik babaymış ismi. Elimi tutuyor. Başımı omzuna yaslıyorum. Bir 10 dakika kadar birbirimizle karşılıklı bakışıyoruz. Cerrahpaşa hastanesinin karşısındaymış yerleri...
Git bul onları diyor bana...Etkilenmiş Raik baba' dan...


Şimdi aklımda Raik babayı, Tuğrul İnançer'i ve Cemalnur Sargut hanımı bulmak var. Ne zaman bakalım.

Günün nasibi. Cemalnur hanımın bir konuşmasından bölüm. Konuyla ilgili olduğundan ve etkileyici, hoş olduğunu düşündüğümden sizlerle paylaşmak istedim.

Gel, gel daha yakın gel. Bu yol vuruculuk daha ne kadar sürüp gidecek, madem ki sen bensin ben de senim. Artık bu senlik ve benlik nedir? Biz Hakk’ın nuruyuz, Hakk’ın aynasıyız. Şu halde kendi kendimizle, birbirimizle ne diye çelişip duruyoruz? Bir aydınlık bir aydınlıktan neden böyle kaçıyor? Biz hepimiz bütün insanlar tek bir vücut halinde, olgun bir insanın varlığında toplanmış gibiyiz. Fakat neden böyle şaşıyız? Aynı vücudun birer uzvu olduğumuz halde neden zenginler yoksulları böyle hor görürler? Aynı vücutta bulunan sağ el ne diye sol elini hor görür? Her ikisi de madem senin elindir, aynı tende uğurlu ne demek uğursuz ne demek? Biz hepimiz, bütün insanlar hakikatte tek bir cevheriz. Aklımız da bir başımız da bir. Fakat kambur felek yüzünden biri iki görür olmuşuz. Haydi şu benlikten kurtul, herkesle anlaş, herkesle hoş geçin. Sen kendinde kaldıkça bir habbesin, bir zerresin. Fakat herkesle birleştin mi bir ummansın, bir madensin. Bütün insanlarda aynı ruh vardır. Fakat bedenler, tenler yüzbinlercedir. Nitekim Efendim önce teşekkürler ediyorum beni davet ettiğiniz için.

Önce “hiç” kelimesi üzerinde durmak istiyorum. Hiç çok önemli bir mefhumdur. Aslında hiçlik herşey demektir. Biz o hiç olamadık. Bir hikayeyle anlatmak istiyorum hiçlik konusundaki manayı… Bir arifi billah bir kaymakamın huzuruna gelmiş. O da çok dolu, kaymakam da henüz gelmemiş. Adamcağız da oturmuş, ibadetine dalmış. O sırada içeri kaymakam girmiş, herkes ayağa kalkmış. Bizim arif güzel gönüllü bir derviş; tanımadığı için kalkmamış ayağa. Kaymakam son derece sinirli;
- Kalk, demiş; ne biçim adamsın sen
- Efendim özür dilerim tanımadım ben, demiş.
- Ben kaymakamım işte, demiş adam.

Ay afedersiniz, demiş; peki sonra?
Adam biraz gaza gelmiş
- Sonra belki vekil filan olurum, demiş.
- Peki efendim sonra?
- Başbakan olabilirim. Kalk onun için
- Sonra, demiş
- Cumhurbaşkanı da olabilirim, demiş.
- Sonra efendim?
Adam o kadar hoşlanmış ki Cumhurbaşkanı olma fikrinden;
Daha ne olabilir...
- Sonra hiç demiş.
Derviş demiş ki,
- Ben o hiçim işte, onun için kalkmadım ayağa efendim…

Gerçekten insanın hiç olması, içinde her şeyi toplaması demektir. Hz. Mevlânâ, eğer kendini görebilseydik, ‘Hürüm ben’ diyor. Hürüm çünkü Allah’ıma aşığım. Ben insanın kulu değilim, ben politikacının da kölesi değilim, ben torpil yapanın da kulu değilim. Ben hürüm, benim ilişkim Allah’ladır. İşte gerçek tasavvuf, yani Mevlânâ’nın bize öğretmeye çalıştığı şey yalnız Allah’la ilişki kurmak, insanın kölesi olmaktan ya da aşırı insani arzuların kölesi olmaktan insanı kurtarmaktır. Tasavvufu hocam şöyle tarif ediyorlar, inanıyorum ki çok hoşunuza gidecek; Mevlâna’yı tanımadan onun yolunu bilmek açısından bu tarifi vermek istiyorum.

Tasavvufu anlatırken üç tip gözlük vardır diyor hocam Birincisi sadece yakını görür, yani bu âlemle meşguldür, bu dünyayla uğraşır. İşte politikacıların taktığı gözlük böyle bir gözlüktür. Öbür âlemle, Allah’la pek ilişkileri yoktur. O zaman genellikle bu gözlüğe şaşı göz denir, biri iki gösterir. Yani insanları Allahtan ayrı kuvvet-i kudret sahibi gösterir.
Bir de ikinci tip insan vardır uçar. Hep öbür âlemle meşguldür, uzağı görendir. Onlar dünyanın gerçeklerinden bihaberdirler.
Bir de üçüncü tip vardır. Aynı anda yakını görürken uzağı da görür, uzağı görürken yakını da görür. Bu da şu demektir ki, burada işini yapar ama acaba Allahıma karşı bu işi yaparken mesuliyetim kalktı mı, haram işliyor muyum, der. İşte bu gözlük tasavvuf gözlüğüdür. O halde tasavvuf her şeyin iç yüzünü, hakikatini, manasını gösteren bir gözlüktür.
Mevlâna bu bakış açısından bize Allah yolunu öğretmiş. O da namaz kılıyor, ama onun namaz kılışı pek bizim gibi değil. O manâyı bilerek kılıyor. Allahın önünde eğilmekten zevk alıyor. O diyor ki; hamamın içindeyken üzerinde eğer kıyafetin yokken bu Mevlânâ’nın müridi, bu Mevlevi diyorlarsa sen gerçek Mevlevi’sin.
Yoksa kıyafetle beş para etmezsin.
O halde iş kılık ve kıyafette değildir. İş gönüldedir. O gönülde Allah varsa insan baştan aşağı Allahın manası kesilir. Orada tolerans kalkar, hoşgörü başlar. Toleransla hoşgörü çok farklı iki kavramdır. Batı âlemi, bizim aydınlar dediğimiz zümre tolere ederler. Kendileri derler ki; ben bir eğitim gördüm, demek ki bazı şeyleri güzel görmeye çalışmalıyım. Birine kızar da, terbiyesizlik etmemek için cevap vermez. Halbuki tasavvuf ehlinin hoşgörüsü böyle değildir. Onlar herkesi ve her şeyi severler. Onlar her şeyi ve her mahluku yaradılmışın bir parçası olduğu için severler. O zaman derler ki; her şey bir vücudun parçasıdır. O zaman ayrı gayrı yok.


Gel her ne isen gel bin tövbeden dönsen yine gel…
Çok eleştirilen bir sözü bu Hz. Mevlânâ’nın, belki siz eleştirildiğini duymamışsınızdır bile. Ama İslâm âlemi bu sözü çok eleştiriyor, ne demek diyor suçluda mı gelsin? Gelsin tabii, bu sözü Kur’an’a dayanarak söylemiştir Hz. Mevlânâ. Çünkü Allah diyor ki Kur’an-ı Kerimde, öldüğü ana kadar tövbe kapısı açıktır. Ben o kadar kuvvetli bir affediciyim ki, insanı her günahından affedebilirim. Yeter ki tövbe etsin, yeter ki bana yanaşsın, yeter ki her şeyin benden olduğunu idrak etsin.
Mevlâna bir aşk sultanıdır. Biliyorsunuz babası sultanü’l-ulemâ peygamberin taktığı isimle ariflerin sultanının peşine takılmış, küçük yaşta Kâbe’ye gitmiş, haccını eda etmiş ve Konya’ya gelmiş. Konya’ya geldiğinde Burhani Tırmizi ve babası gibi iki muazzam öğretmeni var. Her şeyi biliyor Mevlânâ, her şeyi…
Fıkıh biliyor, kimya biliyor, fizik biliyor… Daha sonra Mesnevi okurken ben acizane onun kimya bilgisini aldım açık seyrettim. Fiziği öyle, matematiği öyle, her şeyi biliyor. Bugün bilinen kimyayı da biliyor işin enteresan tarafı. Çünkü yaradılmışı seyrediyor ve yaradanı görüyor. Peki bu kadar her şeyi bilen bir insanın bir öğretmene mi ihtiyacı var?
Evet Mevlânâ Şems gelene kadar Selçuk Üniversitesi’nin rektörü, her şeyi bilen çok yüce bir sultan… Ama bir Şems geldi, Şems ona bütün bildiklerinin hakikatini gösterdi. Şems ona Allahın peygamberinin aşkını ve vericiliğini öğretti ve Mevlâna’ya Şems’ten sonra şöyle sordular:
Sen zaten her şeyi biliyordun, Şems sana ne yaptı? Verdiği cevap olağanüstü. Dedi ki Mevlânâ;
- Evet ama Şems gelene kadar ben bir lokma çorba içip doyuyordum. Şems’ten sonra
dünyada bir tek aç varsa onu ciğerimde hissettim ve doymadım. Belki üstüme bir hırka alıp üşümekten vazgeçebiliyordum ama bir tek kişi varsa Şems’ten sonra üşüyen dünyada, ben onu içimde hissettim. Şems bana yaradılmışın içyüzünü ve hakikatini gösterdi.
Şems bana bütün dünyanın bir Karagöz perdesi olduğunu öğretti. Karagöz perdesinde biliyorsunuz bir tek elden oynatılır oyun. Ama yüzlerce şahıs vardır; beberuhiler, güzel kızlar, cadılar… Biz onlara takılır kalırız, cadıya kızarız, güzel çocukla kız birleşsin isteriz. Ama bittikten sonra oyun bir bakarız ki hepsini bir tek kişi oynatmış. Ses bir tek kişinin, el bir tek kişinin. Bu âlem de bir Karagöz perdesidir dedi Şems, sakın takılıp kalma. Bütün gördüğün farklı mezhepler, Allah’ın farklı bir isminin tecellisidir. Onun yazdığı senaryo üzerine oynarlar. Bu hakikati öğrendikten sonra Mevlânâ, yaradılmışı severim yaradandan ötürü dedi. Tıpkı Yunus Emre gibi… O Mesnevi’yi yazdı. O Şems’in ölümünden sonra çok yok oldu. Mürşidim öldü dedi, hocam gitti dedi. Ama Mesneviyi yazdı. Mesnevi Dinle! diye başlar, Neden “Dinle” neden “Bismillah” diye başlamaz? O devrin bütün dini kitapları “Bismillahi rahmanir rahim” derken, Mevlânâ kuralları yıkmıştır. Ben acizane diyorum ki; Tasavvufta devrim yapmış herkes hakiki mutasavvıftır. Peygamber de devrim yapmıştır, Mevlâna da devrim yapmıştır. Yaptığı devrim şudur: O içinden geldiği gibi konuşmuş. Allah’ını hiçbir gıllıgışa takılmadan içinden geldiği gibi anlatmış. Allah’ını içinden geldiği gibi anlatmış. “Bişnev” demiş. “Dinle” sonra dönmüş demiş ki; “Oku” diye başlayan bir Kur’an’ımız var bizim. Kur’an biliyorsunuz “Oku” diye başlıyor. İlk ayet “Oku”, oku ne bulursan oku… Öğren, eğitim yap. Şimdi İslâm dini kızları okutmadığı zaman biz gerçek Müslüman olabiliyor muyuz? Oku diye başlayan bir kitabın evlatlarıyız. Olabiliyor muyuz ki imkan yok. Peki diyor Mevlâna, oku diye başlayan bir kitabı nasıl anlatabilirim? “Dinle” diye anlatabilirim ve bunu derken de bişnev diyor… Çünkü Farsça’da bişnev, dinle demektir. ‘Bişnev’in başında “B” vardır, ‘Bismillah’ın başında da “B” vardır. Ve sonra diyor ki, ‘bir ayağımla şeriatta sabit diğer ayağımla 72 milletle beraberim ben’, bir ayağımla İslâm’da sabit, diğer ayağımla bütün dinlerin emrindeyim ben.
Sonra diyor ki, bir Müslüman Müslüman olmak için mutlaka çok iyi bir Musevi ve çok iyi bir Hristiyan olmak zorundadır. Yani bütün dinler İslâm’ın içinde kaynaşmıştır. İslâm hiçbir dini reddedemez, İslâm hiç bir dinden de ayrı değildir.

Bunları bize öğrettikten sonra Mesnevide inanılmaz basit hikayelerle bizi Allah’a götürüyor. Bir kere kendini beğenen insanı yerle bir ediyor. Diyor ki, at idrarını yapmış üzerine bir saman çöpü koymuş, üzerine de bir sinek oturmuş; var mı benim gibi kaptan-ı derya diye geziyor.

Bu dünyada kendini beğenen kişi aynen böyledir. Başka bir hikâyesinde kendini beğenen, kendini âlim sanan, bütün herkesi eleştiren insanı şöyle gülünç bir duruma düşürüyor Mesnevi’de:
Adamın biri sağırmış. Komşusunu ziyarete gitmiş. Sağır adam komşusunu ziyarete gidip ne yapabilir? Komşu hasta, hastayı ziyaret edecek peygamberin hadisi var. Demiş ki içinden sorarım, nasılsınız efendim derim? O da mutlaka Müslüman değil mi iyiyim der, ben de maşallah derim, ne yediniz derim, sizi kim iyi etti derim dönerim. Gitmiş ama adam çok hastaymış.
- “Nasılsınız” diye sormuş.
- “Ölüyorum” demiş adam.
- “Oh oh maşallah” demiş,
- “Peki siz ne yediniz de iyi oldunuz” diye sormuş.
Adam çok kızmış tabi
- “Zehir” demiş.
- “Ne birebir çözümdür efendim” demiş.
- “Peki sizi kim iyi etti?”
Adam iyice sinirlenmiş
- “Azrail” demiş.
- “Aman ne iyi bir doktor seçmişsiniz” diye cevap vermiş diğeri.
Ve çok iyi vazife yaptığına inanarak çıkmış oradan. Mevlâna diyor ki, etrafımızdaki insanların, çok aşırı taassup olanlar ya da Ateistler bu sağır adam gibidir, ezelden kulakları mühürlenmiştir. Bunlarla niçin uğraşıyoruz? Onlar da sizin söylediklerinizi anlamıyorlar onun için abuk sabuk konuşuyorlar. O zaman dünyada kendimizden başka eleştirilecek hiçbir şey yoktur, bizim kendi sağırlığımızı yenmemiz lazım.

Başka bir yerinde hikayesinin bazen acıların insana ne büyük lütuf olduğunu anlatır. Tıpkı Meryem Sûresi’nde olduğu gibi… Meryem Sûresi’nde Kur’an Hz. Meryem’in İsa’yı doğururken duyduğu acıyla hurma ağacına yanaştığını ve hurmayı dirilttiğini anlatır. Mevlânâ da herkesin anlayacağı dilde şöyle anlatır bunu,. Adamın biri ağacın altında yatıyormuş. Ağzına bir yılan girmiş. Bir atlı gelmiş, uyuyan adama yılan zarar vermesin diye çekmeye çalışmış ama adam yılanı yutmuş. Küçücük bir yılan içine gitmiş. Atlı ne yapsın, siz olsanız ne yapardınız? Eline bir kırbaç almış ve
- Kalk, demiş. Kalk.
Başlamış dövmeye adamı. Uyuyan adam birden dövülmeye başlayınca fırlamış,
- Sen hain misin gaddar mısın şurada uyuyordum, demiş.
Ama dayak korkusuna tabi ki kalkmış
- Ne yapayım, demiş;
- Buradaki bütün ham elmaları ye, demiş.
- Niye, demiş adam.
- Ye, demiş.
Yemeye başlamış sonra da bolca su içirmiş. Adam ham elma üstüne de suyu içince çıkartmış; yılanı görünce korkmuş. Demiş ki
- Allah senden razı olsun, niye söylemedin yılan yutmuş olduğumu?
- Söyleseydim korkudan ölürdün demiş.
Mevlâna diyor ki, içimizde yılan huylar vardır. Allah bazen küçücük darbelerle, bazen ham elmalar yedirerek, bazen bizi fazlaca koşturarak içimizdeki bize zarar veren yılan huyları dışarı çıkartır. Bunun için bu dünyada acılar ve sıkıntılar insan için çok faydalıdır. Değil mi ki doğum, sancıyla olur, sancısız bir doğum gördünüz mü diyor Mevlânâ. Hatta anne bağırmaz mı sancımı arttır doktor, arttır ki bir an önce çocuğumu kucağıma alayım. İşte mana çocukları da sıkıntılarla dünyaya gelirler ve daha sonra Mesnevi’si böylece hikâyelerle dolmuştur.


NOT: Fotoğraf için Metin Kasım Bey'e ve eşine http://esradan.blogspot.com/ teşekkürler.

'Niye ben?' diyen herkes için...

Teşekkürler Nazar... (Resim linki için)

Brenda, yamaç tırmanışı yapmak isteyen genç bir kadındı. Bir gün cesaretini toplayarak bir grup tırmanışına katıldı.
Tırmanacakları yere vardıklarında, neredeyse duvar gibi dik, büyük ve kayalık bir yamaç çıktı karşılarına. Tüm korkularına rağmen, Brenda azimliydi. Emniyet kemerini taktı, ipi yakaladı ve kayanın dik yüzüne tırmanmaya başladı.
Bir süre tırmandıktan sonra, nefeslenebileceği bir oyuk buldu. Orada asılı dururken, gruptan yukarıda ipi tutan kişi dalgınlığa düşerek ipi gevşetiverdi. Aniden boşalan ip, hızla Brenda’nın gözüne çarparak lensinin düşmesine neden oldu.
Lens çok küçüktü ve bulunması neredeyse imkansızdı. Lens, yamacın ortasında bir yerlerde kalmıştı ve Brenda artık bulanık görüyordu. Ümitsizlik içinde Brenda, lensini bulması için Allah’a dua edebilirdi yalnızca... Ve içten içe düşünüp dua etmeye başladı. “Allah’ım! Sen bu anda buradaki tüm dağları görürsün. Bu dağlar üzerindeki her bir taşı ve yaprağı bildiğin gibi, benim lensimin yerini de biliyorsun. Onu bulmama yardım et.”
Patikalardan yürüyerek aşağı indiler. Aşağı indiklerinde, tırmanmak üzere oraya doğru gelen yeni bir grup gördüler. İçlerinden biri “Aranızda lens kaybeden var mı?” diye bağırdı.”
Brenda’nın sonradan öğrendiğine göre, lensi bir karınca taşıyordu ve karınca yürüdükçe yavaşça kayanın üzerinde hareket edip parlayan lens kızların dikkatini çekmişti.
Eve döndüklerinde Brenda lensini nasıl bulduklarını babasına anlatacak ve bir karikatürcü olan babası da ağzıyla lens taşıyan bir karınca resmi çizerek karıncanın üzerindeki baloncuğa şunları yazacaktı:
“Allah’ım! Bu nesneyi neden taşıdığımı bilemiyorum. Bunu yiyemem ve neredeyse taşıyamayacağım kadar ağır. Ama istediğin sadece bunu taşımamsa, senin için taşıyacağım...”
“BU YÜKÜ NİYE TAŞIYORUM” demeyin...

Zorluklar, Bireye Vurulan Kamçı Darbeleridir...



Zorluklar, Bireye Vurulan Kamçı Darbeleridir...

Zorluklar varsa arada
İnsansın!
Engellere harcanmayan güçler ne güne
Dayat ki yasadığını anlayasın!
Behçet Necatigil

Hayat geleceği düşündüğünüz zaman hiç bitmeyecek gibi görünen, ama geçmişi düşündüğünüzde o an bitiverecekmiş gibi gelen bir süreçtir. Bu süreçte bireyler, yasadıklarıyla ve hissettikleriyle var olurlar.
Bununla birlikte bireyler, hayatları boyunca çeşitli zorluklarla karsı karsıya gelirler. Bu zorluklar karsısında herkesin aldığı tutum farklıdır. Kimi hayata küserek depresyonun dipsiz kuyularına gömülürken, kimisi bu zorlukları kendilerine vurulmuş kamçı darbeleri olarak düşünüp bunun üstesinden gelmek için amacına ve hayata daha sıkı sıkıya tutunurlar.

Kimsenin hayatı, denizin rüzgârsız hali gibi değildir. Mutlaka bu denizde de dalga
lanmalar, fırtınalar ve akıntılar olur. Önemli olan yüzmeyi ve denizciliği öğrenerek
gemiyi en sakin limana yaklaştırmaktır.
İnsanlar da karsılaştıkları zorlukların üstesinden, o durumdan kurtulma çareleri arayarak ve yasamayı öğrenerek gelirler.
Tatlı bir rüyayı anımsatan hayat, herkesin hayalindedir; ama sunu kabul etmeliyiz bu sadece hayallerde olur. İnsana düsen görev bu hayali gerçek kılmak için hayata bir rüya gibi bakmaktır. O zaman zorluklar, sahnede oynanan kurgulu bir tiyatro oyunundan öteye gitmeyecektir. Oyunun sonunun nasıl biteceği sizin elinizdedir, önemli olan bunun bilincinde olarak; karsılaştığınız zorlukların sizi yıkmasına izin vermemenizdir.

Ahmet, bir işadamıydı. Kısa sürede az bir sermayeyle başladığı isinde iyi bir konuma gelmişti. Dürüst, sözüne sadik ve azimli yapısı sayesinde piyasada tutunmuştu.
Fakat bir gün Ahmet, satış yaptığı bir müşterisinden yüklüce miktardaki alacağını
alamamıştı. İsin kötüsü, yapacağı ödemelerini bu alacak üzerine bağlamıştı. Ödeme yapması gereken firmalar ve toptancılar, ödeme gününün geçmesi üzerine Adil’i sıkıştırmaya başladılar. Adil, ne alacağını alabiliyor, ne de borçlu oldukları kişilere ödemeyi yapabilecek para bulabiliyordu. Kariyerinin düşüş noktasını yasıyordu.

Alacaklılar eve ve is yerine haciz yollamış, neyi var, neyi yok hepsine el koymuşlar dı. Bunun da ötesinde Adil’in piyasadaki saygınlığı sarsılmıştı. Bu zorluklar karsı
sında pes etme noktasına gelmişti ve intihar etmeyi düşünüyordu. Fakat durumunu başka birisinin durumu gibi düşünmeye başladı. Ortada sadece para yoktu; onun dışında sağlığı, ailesi ve kendine güveni hala vardı. İtibari zedelense dahi başka işa damlarının kapısını aşındırmaya ve durumunu anlatarak kısa süreliğine borç para istemeye karar verdi.

Durumu gitgide kötüye gidiyordu, çünkü kimse ona borç vermeye yanaşmıyordu. Çaresizliğinin arttığı bir noktada, fazla samimiyetinin ve ilişkisinin olmadığı bir
işadamının telefonunu aldı. Bu kişi, Adil’e bir teklif sundu; aradığı parayı vereceği
ni ama kendisiyle ortak olmasını istediğini belirtti. Adil düşünmeden bu teklifi ka
bul etti. Borçlarını ödeyerek tekrar çalışmaya başladı. Bu sefer daha dikkatli davra nıyor, isine dört elle sarılıyordu. Ayrıca alacağı olan kişi borcunu ödemiş, bu da
Adil’i maddeten rahatlatmıştı. Kısa sürede eski konumundan daha yüksek bir ko
numa gelen Adil, kendisine güvenerek borçlarını ödeyen ayrıca kendisini ortak ya
pan işadamını da kendisiyle birlikte yükseklere çekiyordu.

Zorluklarla karsılaştığında Adil, pes etmek yerine onun üstüne gitmeyi seçmiş ve
sonuçta intiharla neticelenecek bir tiyatro oyunu yerine, başarılara imza atan bir tiyatro şaheseri çıkarmıştı.

Hepimizin basına öyle ya da böyle zorluklar çıkar. Geçmişi düşündüğümüzde bu
gün hatırlayıp üstesinden nasıl geldiğimizi bazen kendimizin de hayretle düşündü
ğü zorluklar yasamışızdır. Bugün de karsılaştığımız zorlukları, yarın hatırlayıp bü
yük bir ihtimalle de, “Niye kendimi o kadar üzmüşüm ki?” diye sorup, belki ceva
bini hiçbir zaman veremeyeceğimiz pürüzler olarak düşünmeliyiz.
Zorluklarla mücadele ruhu zaten insanda vardır. Yeter ki insan sahip olduğu bu gü cün farkına vararak, onu kullanabilsin; ileride gülüp geçeceği zorlukların tesiri altında kalarak hayati kendine zehir etmesin.

Güzel demiş diyen sair;
“Kim bilir ol bir bahara kim ölüp kim kala sağ”
Bu can bize temelli verilmedi
Alır bir gün yalan dünya
Belli mi yarına çıkacağımız
Nerde kaldı sonraki baharlar
Der de gene şaşmaz bildiğinden
Su eğreti yerde nice insanlar
Gözünüzde büyüttüğünüz şeyler
İlerde güleceksiniz!
İçindeyken
Anlaşılmaz gençliğin geçtiği
Ve telaşlar yıpratır kalbi:
Enfarktüs.
En iyisi oluruna bırakmak
Biraz geniş olunuz!
alıntı

19 Aralık 2008 Cuma

'Neden ben?' (Arşivimden alıntı)


'Neden Ben?'

Parçalarınızı toplamakta güçlük çektiğinizi düşündüğünüz, kırılıp-dağıldığınız anlarınız olmuştur sizin de yaşam örgüsü içerisinde..Neden?? demişsinizdir, 'Neden ben?'!!!

Kendi nâmıma düşünüyorum da ilk aklıma gelen cevaplardan birkaçını sizlerle de paylaşmak istiyorum.

Yazılarımı okumuş olanlar, babamı az-çok tanırlar, en azından bir fikir sahibi olabilmişlerdir az-çok , kişiliği hakkında..

Nûr içinde yatsın, cümle ebediyete intikal etmiş olanlarımız da...

Derdi ki,

'Rivâyet oldur ki, Fir'avn' ın atının ön ayakları, yokuş aşağı inerken uzar, yokuş yukarı çıkarken kısalırmış Kİ; DARDA KALIP DA 'ALLAH!' DEMESİN..!!!

Düşündüğümde bile kanım donuyor sanki damarlarımda...

Böylesi bir olguya 'acaba?' diyerek yaklaşmışımdır, tâ ki geçenlerde Mesnevî' de buna dair bir vurgu olduğunu bir yerlerde okuyana kadar...

Nerede rastladım bu bilgiye hatırlamıyorum, internet üzerinden okudum yalnızca..Araştırılabilir...

Yine diyordu ki babam:

'Allah c.c. ,sevdiği kuluna verir sıkıntıları.. ki ansın O’nu, yakarsın O’na, O'ndan dilesin, istesin..Bıkmadan, usanmadan istesin..!'

'Kulunun yakarışları hoşuna gider, O'na yakınlaşmanın bir yoludur bu..İnşaallah, sevildiğimize de bir delil..!'

Üstelik âhirette öylesi güzel karşılıkları olacakmış ki bu musibetlere sabretmenin, yapabileceğini yaptıktan sonra, O' na sarılmanın; kul, karşılığını bilseydi hiç sızlanmazdı, öylesine mükâfatı var bekâ âleminde, denir.

Bir kıssa daha babamdan, hatırımda kaldığı kadarıyla:

Rivayet edilir ki, bir zât, hastalığından çok muzdaripmiş. Allah c.c.' a sürekli el açıp yalvarırmış ki 'bu hastalığımı benden al, Ya Rab..' diyerek...

Bir gece hastalığı rüyasına girmiş ve dile gelip demiş ki:

'Benden kurtulmak için dua ediyorsun. Oysaki birbirimize alıştık.İlâçlarımı bile öğrendin.Seni az sıkıştırsam, ilâcımı verip, beni susturuyorsun. Ben giderim ama bir başkası gelir

yerime..Tanıyana, alışana kadar zaman geçer.İyisi mi, böyle idare edip, gidelim..'

Şimdi, düşünüyorum da zaman zaman, sınır noktalarına geliyorum, 'Artık dayanamıyorum Allah' ım, ne olur yardım et..!' diye yakarıyorum.

'Çevresi tarafından, hemen hemen istisnasız, 'Projektör şiddetinde bir ışık, pozitif enerji kaynağı bir trafo, çok sevilen, hayran olunan bir insan' olarak tanımlanırken; 'Dibine ışık

veremeyen bir MUM olmanın acziyetini yaşamak..!'

Sormalı mıyım, 'Neden ben?' diye?

Neden ben???

Pek çok anlamda güzelliklerle donatılmışken, tanıdığım hemen herkesi etkisi altına alabilecek özellikler bağışlanmışken, birbirinden güzel ve şükür, akıllı üç çocuk bağışlanmışken, saray

yavrusu bir evde, çok güzel bir manzaraya karşı yaşarken, (en zorlandığım acılarımı da bu evde yaşadım aynı zamanda, çilehanem oldu bir anlamda) sordum mu ki 'Niye ben?' diye?

'Ne özelliğim var ki benim?'

'Başkalarının yaşamlarına imrenmeyin', diyordu okuduğum bir özlü sözde..'Sizin de yaşamınıza imrenen pek çok insan var..!'

'Rahatı da cennete koydum dünyada arıyorlar, nasıl bulabilsinler?' buyuruyor hak tealâ hz.

'Dünyada rahat yok' olduğunu bilerekten cennetler arıyoruz, çektiğimiz sıkıntılar biraz da bundan olsa gerektir.

Kimse hakkına râzı değil, diyordu bir tanıdığım..

Kimse, hakkına râzı DEĞİL..!'

Refah, daha, daha..Yarış, başkalarını ezme, çiğneme bahasına yükselmek...Nereye kadar? Ne zamana kadar?

Neden Rab' bin takdirine gönül hoşluğuyla râzı gelip, boyun eğemeyiz?

Niyedir isyanlarımız, kimedir?

Gelen kimdendir, fail kimdir???

Söylenecek pekçok söz olsa gerektir bu konuda, belki bir kısmını da yorumlarla tamamlayabiliriz.Bu konuda düşündüklerinizi

yazmanızı rica ediyorum sizlerden...

Halim Kök arkadaşımızın, dünkü blog yazısı sarstı beni, tadına doyum olmaz bir yazıydı. Konuyla da oldukça bağlantılı, linkini vermek istemedim, benim yazımın içinde kalmasını değil, daha fazla kişiye ulaşmasını istedim.

Kendisi göndermiş midir bilmiyorum, ben, hoş göreceğini umarak, yazıyı kopyalayıp buraya yapıştırıyorum.

Anlamak editörlerinden de rica ediyorum, mümkünse bu çok güzel yazıyı bugün yayınlamalarını..

Çok mutlu olacağım bu olabilirse..

Şimdiden şükranlarımı sunuyorum.

AH, BİLEBİLSEM...

Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yaratmıştır.

Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerineörtüyor.

Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir.

Bunların her biri belli bir zamana kadar akıp gitmektedir.

İyi bilin ki, o mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır. (Zümer Suresi 5.ayet)

Gündüzler sevinç ve mutluluğumuz ise geceler dert ve kederlerimizdir.

Sevinçlerimizin üzerini kederler örtmüştür, kederlerimizde örtülü sevinçlerimiz gizlidir.

Biri diğerinin varlık nedenidir. Öyle ise sevinçler kadar dertler hüzünler de gereklidir.

Gereklidir diyorum ama ZAT’ en gereksiz bir şey de yoktur ki.

O’nun nazarında her şey olması gerektiği gibidir.

O noksan sıfatlardan eksikliklerden münezzehtir.

Eksiklik ve noksanlık O’nun hikmetlerini göremeyen kulundadır.

Kul O’ndan uzaklaştıkça ancak kendi bulunduğu yerden görüleni görür… O’nun gördüğünü göremez.

O zaman da sanır ki olanlar kendi istemesiyle olmaktadır.

Bizim sandığımız her işimiz O’nundur ve O’nun hükmü, OL demesi iledir.

Yapan ve yaptıran O’dur… FAİL-i MUTLAK O’dur.

ZATen O kimdir biz kimizdir ki?

“Attığın zaman sen atmadın Allah attı.” Ayetinde:

“Kulum, faili olmadığın şeyi yap. Yaptığın işin faili benim.

Ben de ancak seninle yaparım.

Çünkü onu kendi kendime yapamam, onu yapmak için sen lazımsın. Senin yapman için de ben lazımım”.

“Böylece işler bana ve Ona bağlı oldu.

Ben de hayret ettim, hayret de şaştı. Hayret içinde hayret oldu.”

Der Muhyiddin İbnu’l-Arabi ve şöyle devam eder:

“Nice zamanlar olmuş ki şöyle demişimdir:

“Rab Haktır, kul Haktır, ah bilseydim, mükellef kimdir?

Kuldur dersen o yoktur, Rabdır dersen o nasıl mükellef olur ?”

“Nice zaman da şöyle demişimdir:

Kendisinin yaptığı bir şeyi bana teklif etmesinde hayret ettim.

Benim yaptığım bir iş yok (bende o iş hep) O’(nun yaptığı) nı görüyorum.

Ah bilseydim mükellef kim oluyor? Her yerde ancak Allah var,

Ondan başkası yok.”

“Böyle söylemekle beraber bana denildi ki yap”.

“Cümle yerde Hak nazır , göz gerektir göresi”

Görecek göz, işitecek kulak, bilecek akıl, hisseden bir yürek varsa OL-AN O’ndan gayrı değildir.

“Ben gizli bir hazine idim... Bilmekliğimi istedim Alem’i yarattım.

Bilinmekliğimi istedim Adem’i yarattım”

Buyurur.

O bilinmekliğini istemiştir. Bilmek için o zaman önce bilmiyor olmak gereklidir.

Bilmeyerek doğarız, bilmeyerek yaşarız.

Kısmetimizde varsa O dilemişse günü geldiğinde biliriz.

O zaman anlarız ki O bizi sevgiden yarattı…

O’nu sevince O’nun her yarattığını da sever oluruz.

O’nun yarattığını sevmek bu anlamda O’nu sevmektir.

“Yaradılanı severiz Yaradan’dan ötürü”

O zaman geceleri de severiz gündüzler kadar, dertlerimizi de severiz sevinçlerimiz kadar.

Gündüzün ardından geceler gelir.

Gökteki yıldıza sırdaş olurum.

Aklıma Yunus’tan heceler gelir.

Kuzuya kurda kardeş olurum.

Kendimle baş edemediğimde, kendime kızdığımda bunlar gelir aklıma, kızdığım kimdir,

affetmediğim kimdir, affeden kimdir.Seven kimdir sevilen kimdir.

Ah bir bilebilsem kim olduğumu… zaten benim aradığım da O derim....

Ben hayalim O asıl... Ben Aslımı severim, Aslım da beni sever.

HALİM KÖK

Bir alıntı yazıyla bağlamak istiyorum konuyu..Sevgilerle, mutlu, huzurlu kalınız...

Hayat Eylül

NEDEN BEN?

Efsane Wimbledon'un ilk zenci Şampiyonu Arthur Ashe kan

naklinden kaptığı AIDS'den ölüm döşeğindeydi..

Hayranlarından biri sordu..

"Tanrı böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?"

Arthur Ashe cevap verdi..

"Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar,

5 milyonu tenis oynamayı öğrenir,

500 bini profesyonel tenisçi olur,

50 bini yarışmalara girer,

5 bini büyük turnuvalara erişir,

50'si Wimbledon'a kadar gelir,

4'ü yarı finale,

2'si finale kalır.

Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Tanrı'ya 'Neden ben?' diye hiç sormadım.

Şimdi sancı çekerken, Tanrı'ya nasıl 'Niye ben?' derim?.

Tanrı'ya asla 'Neden ben?' diye sormayın. Ne olacaksa olur.

(Alıntı)


yorum yazılmıştır
  1. Yazan: halimkok | Tarih: 31/8/2007
    Konu: Niye ben
    Geçenlerde sevgili ahirzamanpsikoloğuna da yazdığım gibi,
    Sıkıntı bir anlamda itirazdır, hayır bu böyle olmamalıydı demektir.
    Ancak itiraz kimedir?
    Biz daha iyi bildiğimizi mi düşünürüz O'ndan?
    O'nun hikmetini göremeyiz,anlayamayız.
    Bu dünya için yaratılmadığımızı unuturuz,
    Karşılığını da ahirette göreceğimizi bilsek bile yeterince iman edemeyiz.
    İstemediğimiz şeyleri kendimiz için kayıp olarak görür, elimizden alınan hayata itiraz ederiz.

    Hz. Ali (ra) buyurur ki
    Allah ı istediklerimin olmamasıyla bildim.
    O büyük insan bilmenin yolunu böyle gösterir de biz yine istediklerimizde ısrar ederiz.

    Allah buyurur ki,
    Bazı istedikleriniz sizin için şerdir ama bilmezsiniz.
    Yine devamında da bazı istemediğimiz şeylerde de bizim için gerçekte hayırlar olduğunu söyler.
    Ama biz bunu da boşverir istediklerimiz olmuyor ve istemediğimiz şeyleri yaşıyoruz diyerek sıkıntılar dertler yaratırız, üzülür,

    Dertlere, sıkıntılara niye ben der de insan,
    Verilen güzelliklere niye ben der mi.

    Sevgili Hayat Eylül,
    Elinize yüreğinize sağlık.
    Hem işlediğiniz konu açısından, hem göstermiş olduğunuz güzellikler için.
    Allah sizden razı olsun.


    Düzenleyen halimkok gün: 1/9/2007 saat: 03:10