27 Ekim 2009 Salı

Bu dünyada yolcuyuz...

Yaşamın anlamını kavramak için dünyayı dolaşmaya çıkan bir genç, gezdiği ülkelerden birinde ünlü bir bilgeyi ziyarete gitmişti. Gezgin genç, bilgenin yaşadığı evde, tüm duvarların kitaplarla kaplı olduğunu gördü. Fakat evi dikkatle gözden geçirdikten sonra, yerde bir kilim, duvar dibinde yatak olarak kullanılan bir sedir, ortada ise bir masa ve sandalyeden başka evde hiçbir eşyanın olmadığını gördü ve merakla sordu:


"Neden hiç eşyanız yok?" dedi. "Koltuklarınız, kanepeleriniz, büfeleriniz .. onlar nerede?"


Bilge, bu soruya karşılık olarak kendi bir soru sordu gezgin gence; "Senin de yalnızca, sırtında taşıdığın küçük bir çantan var yavrum" dedi. "Peki, senin eşyaların nerede?"


Gezgin genç, kendini savunurcasına yanıtladı bu soruyu: "Ama görüyorsunuz ben yolcuyum."


Ünlü bilge, hak verircesine güldü: "Ben de öyle, yavrum" dedi. "Ben de öyle...

"DOMUZ GRİBİ'NDEN KORUNMAK İÇİN BASİT FAKAT ETKİLİ ÖNLEMLER


"DOMUZ GRİBİ'NDEN KORUNMAK İÇİN BASİT FAKAT ETKİLİ ÖNLEMLER:


Merak edenlere;

DOMUZ GRiBi KONFERANS NOTLARI 20.10.2009 CERRAHPAŞA TIP FAK. Hastanesi;

"DOMUZ GRİBİ'NDEN KORUNMAK İÇİN BASİT FAKAT ETKİLİ ÖNLEMLER.

Mikrobun vücuda giriş noktaları yalnızca burun delikleri, ağız ve boğaz yoluyla olmaktadır. Çok bulaşıcı bir yapıya sahip olmasından dolayı her türlü önleme karşı H1N1 virüsüyle temas etmekten kaçınmak veya korunmak imkânsızdır. H1N1 virüsüyle temas etmek virüsün vücutta çoğalması kadar önemli değildir. Sağlığınız yerinde ve H1N1 hastalık belirtileri göstermiyorken virüsün vücutta üremesini, belirtilerin daha da şiddetlenmesini ve ikincil enfeksiyonların gelişmesini önlemek için dikkatimizi N95 veya tamiflu gibi ilaçları stoklamaya vermek yerine çoğu bildirgelerde bahsedilmeyen bazı çok basit önlemleri uygulayabiliriz.

1. Ellerin sıklıkla yıkanması ( Bütün bildirgelerde bahsedilmiştir)
2. "Hands-off-the-face" "Ellerinizle yüzünüze dokunmayın" yaklaşımı. Yemek, banyo ve yara bakımı gibi zorunluluklar dışında yüzünüzün herhangi bir yerine dokunmaktan kaçınınız.
3. Ilık tuzlu suyla günde iki kere gargara yapınız( tuza güvenmiyorsanız Listerine kullanınız). H1N1 'in boğaz ve burun boşluklarında çoğalıp enfeksiyona sebep olarak karakteristik belirtileri göstermesi için 2 -3 güne ihtiyacı vardır. Sağlıklı bir kişinin ılık, tuzlu suyla gargara yapmasının etkisi hastalığa yakalanmış olan bir kişinin tamiflu kullanması ile aynıdır. Bu basit ucuz fakat güçlü önleyici yöntemi küçümsemeyiniz.
4. Yukarıdaki 3. Önleme benzer olarak; Burnunuzun içini en az günde bir kere ılık tuzlu suyla /serum fizyolojikle temizleyiniz. *Günde bir kere burnunuzu sümkürün ve sonra ılık tuzlu suya batırılmış pamuk tamponlarla silerek temizleyiniz. Bu yolla burnunuzda bulunan virüs sayısını etkili bir şekilde azaltmış olursunuz.
5. Narenciye suları gibi C vitamin bakımından zengin olan yiyecekler kullanarak doğal bağışıklığınızı güçlendiriniz. Eğer ilave olarak C vitamin kullanmak zorunda iseniz emilimi artırmak için mutlaka Çinko ile birlikte alınız.
6. Bitkisel çaylar, çay, kahve gibi sıcak veya ılık içeceklerden içebildiğiniz kadar çok içiniz. * Sıcak içecekler içmek gargara yapmakla aynı etkiye sahiptir fakat ters yöne doğru. Sıcak içecekler virüsleri yaşamaları mümkün olmayan ortama sahip olan mideye doğru yıkayarak götürürler. H1 N1 virüsü mide'de çoğalamaz, herhangi bir zarar veremez ve hayatiyetini devam ettiremez."

Dr.Vinay Goyal


Domuz Gribi pandemisinde bu kış ikinci dalga bekleniyor.
11 Ekim 2009 itibarı ile dünya genelinde %1.18 (399,232. vak'ada 4,735. ölüm) mortalite hızıyla seyreden salgında tıpkı 1918 H1N1 pandemisinde olduğu gibi ikinci dalgada mortalite hızının artması söz konusu olabilir.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Aşk-ı Beka' dan alıntı: AŞK

..AŞK..


Aşk-ı Beka' dan alıntı: AŞK


Aşkın bu dünyadan olmayan bir zamanda, bütün ruhların toplandığı mekanda, ruhun sözleştiği ve birbirini sevdiği tanışını bu dünyada hatırlaması olduğunu anlattı. "Ama" dedi biri "hesapta ruhun tanışını bu dünyada hiç bulamaması ona rastlayamaması var". diğeri "buldum zannedip de yanılmak var" diye ekledi. "Bulup da tanıyamamak var" dedi biri. "Ve ki bulup da onun tarafından hatırlanmamak var" diye tamamladı diğeri.."

dedi sevgili UÇURTMA! Nazan Bekiroğlu'nun Cam Irmağı Taş Gemi isimli kitabından alıntı yaptığımız yazıya..
teşekkürler UÇURTMA!

2009 KONYA ŞEB-İ ARUS KONYA SEYAHATİ.


2009 KONYA ŞEB-İ ARUS KONYA SEYAHATİ

SEVGİLİ DOSTLAR,


HOCAMIZ CEMALNUR SARGUT’UN TEŞRİFLERİYLE; “GÜNEŞLE AYDINLANANLAR” ULUSLAR ARASI ŞEMS SEMPOZYUMU VE HZ. MEVLANA HAFTASI ETKİNLİKLERİ “ŞEB-İ ARUS” ÇERÇEVESİNDE YAPILACAK OLAN BU YILKİ KONYA SEYAHAT PROGRAMINI EKTE SUNUYORUZ.

SAYGILARIMIZLA.

SEVGİLİ DOSTLAR,

ŞEB- İ ARUS NEDENİYLE BU YIL DÜZENLENECEK OLAN KONYA SEYAHATİ İKİ SEÇENEKLİ OLACAKTIR.

1. SEÇENEK ( 4 GECE 5 GÜN )

14.12.2009 GÜNÜ İSTANBUL SABİHA GÖKÇEN HAVA LİMANI' NDAN PEGASUS HAVAYOLLARI İLE SAAT 06:40 HAREKETLE KONYA VARIŞ VE OTELE GİRİŞ.

18.12.2009 CUMA GÜNÜ KONYA' DAN THY İLE 09:10 HAREKETLE İSTANBUL ATATÜRK HAVA LİMANI' NA VEYA PEGASUS HAVAYOLLARI İLE 20:45 DE İSTANBUL SABİHA GÖKÇEN HAVALİMANI’NA VARIŞ. ( UÇAK BİLET FİYATLARI DEĞİŞKEN OLDUĞUNDAN TALEPLERİNİZİN BİZE ULAŞTIĞI TARİHDEKİ RAKAMLAR ÜZERİNDEN BELİRLENECEKTİR. )

SEYAHAT BEDELİ 375.- YTL ' DİR ( OTEL ODA KAHVALTI VE KONYA HAVAALANI TRANSFERLERİ )

UÇAK BİLETLERİ TARAFIMIZDAN TEMİN EDİLEBİLİR


2. SEÇENEK ( 4 GECE 5 GÜN )

13.12.2009 PAZAR GECESİ SAAT 22:00 SUADİYE OTEL ÖNÜNDEN HAREKET,

14.12 2009 SABAHI ANKARA' DA HACI BAYRAM VELİ HAZRETLERİ TÜRBESİNİ ZİYARET KONYA'YA VARIŞ VE OTELE GİRİŞ.

18.12.2009 CUMA GÜNÜ 11.00 DA KONYA' DAN HAREKETLE İSTANBUL' A VARIŞ

SEYAHAT BEDELİ 475.- YTL' DİR. ( OTEL ODA KAHVALTI VE ULAŞIM )

***

Ayrıntılar bende.. Duyurayım istedim.
Sevgiler...
Hatice/ Hayat

Hayat ERTELENMEZ!...



HAYAT ERTELENMEZ!... (İZLEMENİZİ ÖNERİRİM. )

23 Ekim 2009 Cuma

Bir kez daha...

Bir kez daha...

http://www.facebook.com/video/video.php?v=1206072626611

Elif hanım çok güzel tanımlamalar paylaşmış.Kitabı okuduğumda da beğenmiştim bu kuralları... Tasavvufa yabancı olanlar için faydalı, içinde olanlar içinse belki hafif gelebilecek bir kitap. Bir özeti, romanla aynı sayabilir miyiz? Mesnevî' den sonra 'aşk' özet olsa gerek değil midir? Yine de kural olarak tanımlanan düşünceleri beğendim.

***


Bâzı şeylerin gitmesine izin vermek işte bu nedenle çok önemlidir. Onları serbest bırakmak.Gevşek olanı kesmek…İnsanların hiç kimsenin işaretli kâğıtlarla oynamadığını anlaması gerekiyor; bazen kazanırız ve bazen de kaybederiz. Hiçbir şeyi geri almayı bekleme, yaptıkların için takdir edilmeyi bekleme, ne kadar zeki olduğunun keşfedilmesini bekleme ya da aşkının anlaşılmasını. Daireyi tamamla. Gururlu, yetersiz ya da kibirli olduğun için değil, sadece artık onun senin yaşamı...nda yeri olmadığı için. Kapıyı kapat, plağı değiştir, evi temizle, tozdan kurtul. Geçmişte olduğun kişiyi bırak ve şu anda kimsen o ol.
ZAHİR-Paulo Coelho

22 Ekim 2009 Perşembe

Son günlerden kareler...






Yalnızca birkaç kare...
Kasımpatılar, Mısır Çarşısı'ndan.
Eminönü-Kadıköy hattında çekilmiş, deniz görüntüleri.
Cemalnur hanımla birkaç gün önce çekilmiş üstteki resim. Yorgunluğum resimde de hissediliyor,her ne kadar makine ve oda ışığı ayarları da iyi değilse de...
Haftanın 6 günü havuzda olduğum için, antibiyotiksiz atlatamayacağıma karar verip, üst solunum yolu enfeksiyonumun tedavisine başladım.
Yazmak dahil birçok şeyi erteledim.
Ancak izlemeye çalışıyorum.
Tüm dostlara sevgiler... :))
Hatice/Hayat

17 Ekim 2009 Cumartesi

Sende Kalmış



Bilmiyorum nerdeyim, ne haldeyim, ben kimim
Ayrılırken kimliğim, adresim sende kalmış.
Tebessümü yüzüme çok görüyor matemim
Güldüğümü gösteren tek resim sende kalmış.

Akların kaybolduğu, rengin ahenk bulduğu
Toprağın kadehine ab-ı hayat dolduğu
Bir gül için, bülbülün saçlarını yolduğu
Aşkın harman olduğu o mevsim, sende kalmış.

Nerede o çocuksu, o şımarık hallerim,
Saçlarına hasreti tanımayan hallerim,
Rengarenk rüyalarım, toz pembe hayallerim
Tekmil neşem, sevincim, hevesim, sende kalmış.

Ayıplama, kınama, kahveye gidiyorsam,
Avunabilmek için bir tavla atıyorsam,
Garson çay uzatırken ben aklımda diyorsam,
Sende kalmış demektir, ladesim sende kalmış.

Dostlar da muhabbeti kestiler, lüzum da yok.
Zaten senden ziyade sohbetim, sözüm de yok.
Sen dönmeden kimseye bakacak yüzüm de yok.
Aynalarda kendimi göresim sende kalmış.

Sende kalmış umudum, saadet çağım sende,
Sende kalmış huzurum, tüten ocağım sende,
Sende hayat kaynağım, duygu membağım sende,
Can diyorum sana,can kafesim sende kalmış.

Allah' ım düşmanımı düşürmesin bu zaafa,
Sanki her noksanımı mecburum itirafa,
Hangi şarkıya girsem, notalar do re mi fa
Sol diyorum sana sol, la sesim sende kalmış.

Gel Tanrıya borcunu teslim etsin bu yürek,
Tez gel ki enkazımı kapatsın kazma kürek,
Kelime-i şahadet getirmem için gerek,
Son diyorum sana, son nefesim sende kalmış.

Cemal Safi

15 Ekim 2009 Perşembe

Şair...

Şair...


15.10.2009
Yazmak... Çok kez zevkli, ihtiyaç kimi kez...Bir de elim klavyeye varabilse!... :)
Ruhumun yetişmesini beklemeksizin koşuştururken, tarih oluveriyor yaşanmışlıklar.
Kameramda poz olarak kalabiliyorlar en iyi ihtimalle.
Bir vapur güvertesinden görüntülenmiş raksedercesine kıvrak hareketlerle seyreden onlarca balık...
Bulut kümeleri, Boğaz'dan bir kare, bakışlarımı esir alan martılar, geçmişi hatırlattığından ne düşüneceğimi bilemeden, duygularımı çözümleyemeden, öylesine dalıp gittiğim kasımpatılar...
Az önce küçük kızımla konuşuyorduk. Bir şiirden söz etti, okumamı isteyerek; okudum.

BİR ADIN KALMALI

bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet

sen say ki
ben hiç ağlamadım
hiç ateşe tutmadım yüreğimi
geceleri, koynuma almadım ihaneti
ve say ki
bütün şiirler gözlerini
bütün şarkılar saçlarını söylemedi
hele nihavent
hele buselik hiç geçmedi fikrimden
ve hiç gitmedi
bir topak kan gibi adın
içimin nehirlerinden
evet yangın
evet salaş yalvarmanın korkusunda talan
evet kaybetmenin o zehirli buğusu
evet nisyan
evet kahrolmuş sayfaların arasında adın
sokaklar dolusu bir adamın yalnızlığı
bu sevda biraz nadan
biraz da hıçkırık tadı
pencere önü menekşelerinde her akşam

dağlar sonra oynadı yerinden
ve hallaçlar attı pamuğu fütursuzca
sen say ki
yerin dibine geçti
geçmeyesi sevdam
ve ben seni sevdiğim zaman
bu şehre yağmurlar yağdı
yani ben seni sevdiğim zaman
ayrılık kurşun kadar ağır
gülüşün kadar felaketiydi yaşamanın
yine de bir adın kalmalı geriye
bütün kırılmış şeylerin nihayetinde
aynaların ardında sır
yalnızlığın peşinde kuvvet
evet nihayet
bir adın kalmalı geriye
bir de o kahreden gurbet
beni affet
Kaybetmek için erken, sevmek için çok geç

Ahmet Hamdi Tanpınar

'Nasıl?' diye soruyor. 'Nasıl bu kadar güzel okuyabiliyorsun ilk kez okuduğun, üzerinde çalışmadığın bir şiiri?'
O da Allah vergisi aslında, çok çaba sarfetmem gerekmedi. Böyleydim hep. :)

Bu akşam bir arkadaşımın önerisi ile şair Bekir Sıtkı Erdoğan' ı aradım.Normalde birinin telefon numarası bir başka kimseye verilecekse, öncelikle numaranın sahibinden izin alınmalıdır diye düşündüğümden tedirginlik yaşadım ve bunu dile getirdim de...
Arkadaşımsa hoşgörüyle karşılayacağından öylesine emindi ki, aradım.
Durumu açıklamaya çalışıp, kendimi tanıttıktan sonra, görüşmeye müsait durumda olup- olmadığını sordum.
Edebiyat ve musikî ilgimden, hayranı olduğum şiirlerine; samimi bir havada gelişti konuşma...
Hancı, Karagözlüm efkârlanma (ibibikler..), Marya...

Geri dönüşler yaşıyorum yine. Bir arkadaşımın hatıra defterinden okumuştum lise yıllarımdayken 'Marya' adlı şiirini.

Hancı, buram buram bir gurbet türküsüyle titretirdi yüreğimi...

....
'Garibim, her taraf bana yabancı,
Dertliyim çekinme, doldur be hancı!
İlk önce kımıldar hafif bir sancı,
Ayrılık sonradan kor yavaş yavaş...'

.....

Güzellikler bâki kalsınlar dileğinde bulunduk birlikte.. Yozlaştırılmasından duyduğumuz üzüntüyü dillendirdik.

Nerede oturduğumu sordu. Söyledim. Anadolu yakasında, Erenköy' deymiş kendileri.
Dâvet etti, eşinin de misafiri çok sevdiğinden söz ederek...
'Zevkle... Onur duyarım!' diye cevapladım. Bakalım ne zamana denk düşer? :)

Bu kubbede bir 'Hoş sâdâ' olarak kalsın istedim paylaşmaya çalışırken.
Tüm dostlara içten sevgiler...

Hatice

14 Ekim 2009 Çarşamba

Mevlana oğluna der ki:



Mevlana oğluna der ki:


"Bahaeddin!


Eğer daima cennette olmak istersen,

herkesle dost ol, hiç kimsenin kinini yüreğinde tutma!

Fazla bir şey isteme ve hiç kimseden de fazla olma!

Merhem ve mum gibi ol! İğne gibi olma!

Eğer hiç kimseden sana fenalık gelmesini istemezsen,

Fena söyleyici,

Fena öğretici,

Fena düşünceli olma!

Çünkü bir adamı dostlukla anarsan, daima sevinç içinde olursun...

İşte o sevinç Cennetin ta kendisidir.

Eğer bir kimseyi düşmanlıkla anarsan, daima üzüntü içinde olursun.

İşte bu gam da cehennemin ta kendisidir.

Dostlarını andığın vakit içinin bahçesi çiçeklenir,

Gül ve fesleğenlerle dolar.

Düşmanları andığın vakit, için dikenler ve yılanlarla dolar,

canın sıkılır, içine pejmürdelik gelir...

Bütün peygamberler ve veliler, böyle yaptılar,

içlerindeki karakteri dışarı vurdular.

Halk onların bu güzel huyuna mağlup olup tutuldu,

hepsi gönül hoşluğu ile onların ümmeti ve müridi oldular."


13 Ekim 2009 Salı

İyi ki doğdun Seda :))

İyi ki doğdun Seda :))



Seda, benim ufaklık :) 16 yaşında kendileri...
Hepimize hayırlı evlatlar yetiştirebilmek nasip olsun, henüz evlenmemiş ya da çocuk sahibi olmamış olan arkadaşlarımıza da dilerim, bu vesileyle...
Lise 3. sınıf öğrencisi. Hakkında yazmayacağım, belki bir gün anlatırım ondan bir şeyler...
Haftanın 6 günü yüzme, iki günü Anadolu yakasında program, annem, oğlum, kızlarım...
Yetişemiyorum, kolay teslim bayrağı çekmem ama, beni hoş görün.Ancak yazdıklarınızı okuyabiliyorum.
Çok sevgiler herbirinize, ayrı ayrı...
Hatice/Hayat

Geçmiş bir iki anı:
http://hayateylul.blogspot.com/2008/09/burlar-anlar.html

!2-13 yaşındayken yazmış olduğu hikâyeyi, blogumda ilk kez yayınlıyorum, virgülüne dokunmadan...
Yazan: Betül Seda ....

---Aloisa! Çabuk buraya gel!

Kulaklıklarını son anda kulaklarından atıp bu sözleri duyabilmiş olan Aloisa, ağır ağır yatağından doğruldu. Annesini bağırttıktan sonra hiçbir şeyi ağırdan almaması, hatta o son kelimesini söylediği anda orada olması gerektiğini 14 yıl onunla yaşayarak öğrenmiş olmasına rağmen bu sefer umursamıyordu. Bu sefer ve bundan sonraki seferler umursamayacaktı. Ne bu evde, ne de çevresinde onu ilgilendiren bir şey yoktu.

Acı vericiydi, çevresindeki kimse kendisini anlamıyordu, "en yakın arkadaşım" dediği arkadaşları bile onu anlıyormuş gibi davranıyordu-ya da anladıklarını düşünüyorlardı- ama ne olduğu hakkında en ufak bir fikirlerinin bile olmadığı gözlerinin içinden okunuyordu. Gözlerinin içini okuyamadığı hâlde onu anlayabildiğini bildiği tek arkadaşı Shannon'u görmek istemişti çok kez, insanların "koşullar" adı altında topladığı saçmasapan engeller bütünü olmasaydı görecekti belki de, ama o daha küçüktü. Kendi başına şehirlerarası yolculuk yapamayacak kadar, kendi başına çıkıp bir tur atamayacak kadar, kendi başına kararlarını veremeyecek kadar, kendi başına ölüm kararını alamayacak kadar… Düşündükçe içi fokurduyordu, Shannon'la tanıştığı yerdeki –yani internetteki- herkesin yalan olduğunu söyleyen ablasından, sürekli kavga eden ebeveynlerinden ve hiçbir şey yapamayacağını bildiği için kendinden nefret ediyordu. Buradan kurtulacaktı, belki de kurtulamayacaktı, belki kurtulamayacağını bir gün anlayacaktı ama şimdilik buradan kurtulacağına inanmak daha doğru geliyordu.

Düşünceler hızla kafasından geçerken annesi çağırdığında durdurmaya çalıştığı gözyaşlarının yine son hızla gelmeye başladığını farketti. Artık anormal gelmiyordu. Birden gözyaşlarına boğuluyordu ya da çılgınca ağlama isteği doğuyordu. Etrafındakiler bunu da anlamıyordu, hoş kendisi de anlamıyordu ya, yine de bunun nasıl bir his olduğunu kendisinden başka sadece Shannon biliyordu. Yine bir öfke seline kapılmak üzereyken bir ses onu düşüncelerinden –en azından bir süreliğine- koparttı.

---ALOISA!

Yatağından kalkıp terliklerini giyinmeye çalıştı, dengesini bulamayıp şiddetle yatağına düştü. Yattığı için dağılmış olan saçlarını geriye attı ve gözlerini ovuşturarak yarı-karanlık odasında doğru düzgün görmek için çabaladı. Daha akşam olmamıştı, annesi onu akşam yemeğine çağırıyor olamazdı. Bunun dışında bir şey için onu çağırmazdı... Tabii bir şey istemiyorsa. Hıçkırdı, gözlerini sildi.

---Y..ne..-sesi çıkmıyordu, boğazını temizleyip tekrar denedi- Yine ne var?

Dedi bezgin bir sesle, annesi ve onun saçmalıklarından bıkmıştı. Aşağıya inince ne gibi bir muamele göreceği umrunda bile değildi. Evet, hiçbir şeyi umursamamak en kolayıydı, ruhunun aldığı darbelerden korunabilmesi için en kolayı.

—Aşağıya gel.

Sinirliydi bunu söyleyen ses, o yine aldırmadı. Her zaman sinirliydi, en tatlı hâlinin altında bile ince bir kinaye yatardı. Evet, ablasıydı o. Gözyaşlarına ve sinirine hâkim olmaya çalışarak zar zor ayağa kalkabildi ve yavaşça merdivenlerden aşağı inmeye başladı. Midesi korkunç derecede bulanıyordu ve ciddi bir konuşma kaldırabilecek durumda değildi. Aşağı indi, koridoru aştı ve mutfağa geçti. Oradalardı ve her zamanki gibi oldukça ciddilerdi. Bir an içinden "Hey, c'mon! Biraz gülümseyin!" demek geçti-bu saçma düşünceyi kafasından geçtiği an sildi. Emindi ki ailesi yine tamamen saçma bir tarafından alıp, "c'mon" demesini yabancı özentiliğine yoracaktı ve bu onun hiç istemediği şeyler listesinde başta gelenlerdendi. Annesi eliyle oturmasını işaret etti. Söze ablası başladı.

---İki saattir sana sesleniyoruz, yukarıda ne halt yiyorsun yine öyle? Doğumgününde neden şuna mp3 çalar aldın anlamıyorum anne, bir saniye olsun kulaklarından çıkarttığı yok!

Devam edecekmiş gibi gözüküyordu fakat annesinin bakışlarını görünce sustu. İkisinin bakışmalarından söyleyecekleri şeylerden kendilerinin de pek memnun olmadığını görebiliyordu. Ablasının gözlerine dikkatli baktı, altlarında torbalar mı oluşmuştu? İçeri girdiğinden beri ilk defa meraklanmıştı. Annesi rahatsız bir gülümsemeyle –ki bu şimdiye kadar hiç görmediği bir şeydi- ona bakıyordu. Sabırsızlandığını belirtircesine kaşlarını kaldırıp ayağıyla yerde ritim tutmaya başladı. Annesi ağzını açtı, herhangi bir şey söyleyemedi.

Vay canına, cidden önemli bir şey olmalı…

Diye geçirdi içinden Aloisa, annesinin daha önce bir şeyi ona söylemekten sakındığını hiç görmemişti-ağabeyinin ölümü dışında. Düşününce gözleri büyüdü, bu gerçekten de kötü bir haber olmalıydı. Sonunda annesi umursamaz bir sesle söyledi.

---Boşanıyoruz. Babanla ben. Davayı açtık.

'Üç cümle,' diye geçirecekti daha sonra içinden Aloisa, 'yalnızca üç cümle her şeyi değiştirdi. Benim için olmayan her şeyi.' Şimdiyse düşünme yetisini kısa süreliğine kaybetmiş gibiydi. Bayılmayacaktı ya da ona benzer herhangi bir şey olmayacaktı. Bunu zaten bekliyordu. Sadece söylendiği an düşünceleriyle uyuşmuyordu. O zamanlarda daha büyük ve daha güçlü bir Aloisa olacağını düşünüyordu. İçi burkuldu, ne kadar da aptaldı! Hiçbir zaman daha büyük ve daha güçlü olmamıştı ve olmayacaktı. Artık hayallerin gerçekleşmediğini anlayabiliyordu. Artık birçok şeyi anlayabiliyordu. Gözlerine yaşların dolmaması için uğraştı, ağzını açarsa yaşlar boşanacaktı. Yutkundu ve gözyaşlarını geriye itti. Annesi daha fazla duramayacak gibi görünüyordu. Mutfaktan çıktı, bir saniye sonra merdivenlerden yukarı çıktığını belirten sesler geldi. Aloisa parmaklarına bakıyordu. Kendini bildi bileli sol tarafında hafif bir şişkinlik olan serçe parmağına, hep uzun olmasını dilediği parmaklarına. Ablası sessizce oturuyordu. Salondan bir anahtarın şıkırtıları geldi.

Babam evde.

Diye geçirdi içinden. Az sonra ev kapısının üzerindeki saçmasapan süsün şıkırdamasıyla kapının açıldığını anladı. Babası gidiyordu. Terkediyordu. Lanet olasıca gözyaşları gözlerini sulandırdı. Mutfak masasına bir damla düştü. Ablası ona baktı, baktı… Sonunda bir şey söyleyecek gibi olmuştu.

---Yatıştırıcı sandığın sözlerine ihtiyacım yok.

Dedi boğuk bir sesle ve yavaşça ayağa kalkıp -başı şimdi daha da fazla dönüyordu- mutfağı terketti. Olabildiğince sessiz bir şekilde merdivenleri çıktı. Annesinin odasının ışığı yanıyordu. Onun ne yapmakta olduğunu merak etti Aloisa, acaba ağlıyor olabilir miydi? İçinde dev bir yaratığın kıpırdanması derecesinde bir acıma duygusu uyandı, öfkesi hemen acıma duygusunu yok etmeye girişti. Başarılı olmuştu da. Yavaşça odasına girdi, kapısını kilitledi ve yatağına yattı. Bir süre hareketsiz durdu, beyni bomboştu. Şarkılar yankılanıyordu, sadece şarkılar yankılanıyordu. Yastığının sırılsıklam olmuş yüzü ensesini soğutuyordu ama bunun verdiği rahatsızlığı duyamayacak kadar hissizleşmişti. Hislerinin geri gelmesini de istemiyordu. Orada yatarken bedeninden kopmak, daha fazla yaşamamak, bu acıyı daha fazla iliklerinde hissetmemekti tek istediği…

Ani bir hareketle yatağından kalktı, mp3 çalarını yatağının üstünden alıp komodininin üzerine koydu. Yatağı bazalıydı, ilk başta bunun gereksiz olduğunu düşünmüştü ama evi gereksiz ıvırzıvırlarla dolduran annesi burayı da tıkabasa doldurmuştu ve günlüğünü saklamak için ideal bir yerdi. Bazayı açmak için kolu tuttu, yukarı doğru çekmek için uğraştı ama kolları boşalmıştı. Ağlaması daha da şiddetlendi. Öfkesi yine devreye girmişti, kolu şiddetle çekti. İtiraz eden bir gıcırtıyla yukarı kalktı yatağı tutan tahtalar. Dizlerinin üzerine çöktü ve diplere sakladığı günlüğünü aramaya başladı. Az sonra buldu, yatağını aşağı indirdi. Günlüğü ve mp3 çalarını alıp çalışma masasının başına geçti. Kulaklıkları taktı ve en son kaldığı parçayı başlattı-hep ilk ve hep son olan şarkı, Rette Mich'ti bu. Günlüğünün kilidini titreyen elleriyle açmaya çalıştı, beceremeyince anahtarları masanın üstüne attı ve masaya kapanıp ağlamaya başladı. Kimseyi, hiçbir şeyi umursamamak için o kadar uğraşmıştı ki! Tüm uğraşları birden bire sıfırlanmıştı, çabaları sonuçsuzdu. Her yol, mutlak bir mutsuzlukla sonuçlanıyordu.

Mantığı, öfkeyle yaptığı savaşta hâkimiyeti kazanmaya başlamıştı. Kafasını kaldırdı, içini çekip günlüğünün kilidini açtı. Günlüğü kutusundan çıkarttı. Babasının on ikinci yaş gününde ona verdiği hediyeydi bu. Rastgele bir sayfayı açtı. Altı ay öncesinin tarihini atmıştı.

"...şu an yine kavga ediyorlar. Seslerini duyabiliyorum. Annem yine bir şeyleri kırıp geçiriyor. Sanırım buna alışıyorum artık. Yani, mutlu aile tablosunu aramayı bıraktım. Mutlu aile denilen şeyi göremeyeceğim, görmeye de ihtiyaç duymuyorum. İntihar etmeyi de düşünmüyorum artık. Abimin ölümünden sonra çok şey değişti. Dünyanın intihar edilmeye değmeyecek bir yer olduğunu anladım. Hayatınsa kendine acı çektirmeyecek kadar kısa olduğunu. Onlar kavga etsinler. Kavga etsinler ama benden kulaklıklarımı kulağımdan çıkarmamı istemesinler. Bunu isteme nedenlerini anlayamıyorum zaten, birbirlerine bağırmaktan benim yaptığım ya da dediğim hiçbir şeyle meşgul olmuyorlar…

Her neyse, dediğim gibi, bu üzüntüden kurtulmanın herhangi bir yolu yok. Onunla yaşamayı öğrenmem gerekiyor. Okul, aile, dersler, ödevler, hiçbiri beni ilgilendirmiyor. Sorumluluğum olduğunu söyledikleri hiçbir şey beni ilgilendirmiyor. Bunu anlamıyorlar. Anlamayacaklar. Bunları yapmak zorunda kalacağım her zaman, her zaman. Bıksam da, her zaman gözyaşlarımı içime akıtmaya çalışmaktan yorulmuş olsam da umurlarında değil. Keşke benim de umurumda olmasaydı. Keşke benim de normal bir hayatım olsaydı. Keşke ben de arkadaşlarımınki kadar sorunsuz bir hayata sahip olabilseydim.

Keşke ben de sadece saçımın modeli ve kıyafetlerimin uyumunu dert edebilseydim."

İçinde bir şeyler büyüyordu. Sayfaları çevirdi. Diğer birçok sayfa gibi yazıların dağılmış olduğu bir sayfa buldu. 3 hafta önce yazmıştı.

"Beni çok fazla kırdılar. Hayat, arkadaşlarım, ailem ve çevremdeki diğer herkes beni kırdı. Taşıyamayacağım kadar yük yüklediler. Önceki sayfaları karıştırıyorum da…değişen bir şeyler var. Bu günlüğe ilk yazdığım zamanlar umutluymuşum. Şimdiyse hayattan bezdim. İntihar etmeyeceğim, hayır… Hiçbir zaman aklımdan geçirmediğim ve hiçbir zaman aklımdan geçirmeyeceğim bir şey bu. Saçma bir şey. Çevremdeki herkesin canı cehenneme. Artık onları umursamak istemiyorum. Artık kimse için ağlamak ya da kırılmak istemiyorum. Annemle babamın kavgalarını, ablamın ders konusunda baskılarını, sınıftaki salakların benimle dalga geçmesini, hiçbir şeyi, ama hiçbir şeyi umursamayacağım. Sanırım yaşamamın tek yolu bu. Bir gün olsun ağlamadan yaşamamın.

Az önce ablam odaya girdi ve yorganı kafama örttüm. Uyuyakaldığımı düşünmüş olmalı. Acaba bir gün uyusam ve bir daha uyanmasam üzülürler miydi? Yoksa tüm üzüntüleri yalanmış gibi mi gelirdi benim gibi insanlara, abimin ölümünde olduğu gibi? Aloisa'nın –varlığını unuttukları bireyin- yokluğunu hissederler miydi?

Muhakkak ki hissederlerdi. Sürekli bilmedikleri nedenlerden dolayı ağlayan bir kızın yokluğunu hisseder, yokluğuna sevinirlerdi. Belki bir süre üzülmüş numarası yapar, sonra da 'kaderde varmış' deyip umursamazlıklarını boyun eğmişlikle maskelemeye çalışırlardı. Bilmiyorlar ki bu maske, insanların gözüne o kadar yapmacık gözükürdü ki…

Onların gözünde yoksam onlar da benim gözümde olmamalı. Bunun için uğraşacağım. Bunun için gerçekten uğraşacağım. Belki huzur denilen kavrama ulaşırım… Ona ulaştığımı düşünüp mutlu olurum belki de… Her nasıl olursa olsun, artık umursamayacağım."

Üç haftadan beri yazmıyordu. Üç haftadır ruh gibi geziniyordu, beden olarak okulda ve evdeydi, ama ruhu uzaklarda bir yerdeydi. Bilmediği bir yerlerde. Geri gelmesini istemiyordu. Ruhu uzaktayken de acıyı hissedebiliyordu ama yakındayken duyduğu acının yanında hiçbir şeydi bu. Fakat ruhu geri gelmişti.

Sayfayı çevirdi, kalemlikten kalemini aldı ve yazmaya başladı.

"Boşanıyorlar. Sonunda onların o saçmasapan bağırtılarını duymayacağım. Annem bir şeyleri kırıp döktüğünde, kırılan şeylerin sesleri kalbime batmayacak. Kalbime battığı için kendimi de suçlamayacağım. Umursamamazlık konusunda aldığım kararı bir türlü uygulayamadığım için kendime kızmayacağım.

'Boşanıyoruz. Babanla ben. Davayı açtık.' dedi annem.

Üç cümle. Yalnızca üç cümle her şeyi değiştirdi. Benim için olmayan her şeyi.

Boşanmaları beni üzmüyor aslında, daha derinlerde bilmediğim bir neden var. Belki hiçbir zaman tam mutlu olamadığım için içten içe isyan ediyorumdur hayatıma. Belki sevmediğim diğer kızların hayatlarına imrendiğim için nefret ediyorumdur kendimden. Belki beni bunları yazmaya zorladıkları için ailemden nefret ediyorumdur, kim bilir? Nedeni önemli değil, sonuç önemli.

Hiçbir şeyi umursamama kararımı aldığım zaman ruhumun uzaklarda bir yere gittiğini düşünüyordum. Gerçekten de gitmişti.

Sanırım geri geldi."

Daha fazla yazamayacaktı. Kalemi bıraktı. Günlüğü kaldırmaya davrandı ancak durdu. Umrunda mıydı artık insanlardan kendini gizlemek? Kimseden herhangi bir gizlisi, bir saklısı var mıydı? Onu bu hâle getirenlerin kendilerini suçlu hissetmesi gerekmiyor muydu? Çevresinin kendisiyle alay etmesinden mi korkuyordu?

Aklına Shannon geldi birden. Cep telefonunu aldı ve "Mesaj Oluştur"a bastı. On üç karakter yazdı ve mesajı Shannon'a attı.

"Boşanıyorlar."

Önceki zamanlarda olduğu gibi onu anlayacaktı Shannon, tek kelime onun için de her şeyi ifade etmek için yeterliydi. Onun da annesi ve babası boşanmıştı. Boşanmasalar bile anlardı. Shannon onu her zaman anlardı. Yatağına uzandı. Rette Mich tekrar tekrar çalıyordu. Uyuyup bir daha uyanmamayı diledi. O kadar yorgun hissediyordu ki…

************

O sabah da uyandı çalar saatinin sesine. Okulu vardı, ödevlerini yapmamıştı. Annesi ona kızacaktı. Ablası daha fazla kızacaktı. Telefonuna baktı, Shannon'dan mesaj vardı.

"Seni bu sefer ve bundan sonraki seferler avutamayacağım Aloisa. Biliyorum bunu yapmamı hiçbir zaman istemedin. Dayanamadığımı biliyordun. Yine de dayanmamı istiyordun, benden beklemiyordun, bu gücün bana verilmesini istiyordun. Dayanmamı istedin, dayanmaya zorlamadın. Bunun için minnettarım ve sana büyük bir özür borcum var…çünkü savaşı bırakıyorum. Kendine iyi bak, gerçek dostum."

Biliyordu, bunun olacağını biliyordu Aloisa. Yine de inanmak istememişti. Telefonunu yavaşça yere bıraktı. Bu sabah okula hazırlanmayacaktı. Gitmeyecekti. Bu sabah hazırlanıp evden çıkacak ve yürüyecekti. Başka ne yapabileceğini bilmiyordu. Hazırlandı ve çıktı.

Geri dönmedi.

***

Şükürler olsun ki olağanüstü güzel üç evlâdımız var, iki cihanda güzel olmaları dileğiyle...

Sevgiler...

Hayat/Hatice