16 Ağustos 2009 Pazar

Şimdi Uzaklardasın...

Şimdi Uzaklardasın...(Günlüğümden...)
16 Ağustos 2009, İstanbul
Herbirimiz farklı ateş çemberlerinden geçmişizdir yaşadığımız süre içerisinde.
Hiç biri diğerinin tıpatıp aynı değildir.
Sınanırız ateşle, zehirle; altının siyanürle -(Altın yada gümüşü üzerinde bulundukları değersiz maddelerden ayırma işleminin bir safhası olarak, ince öğütülmüş altın yada gümüş madenini siyanür eriyiği içinde muamele edilir), elmasın ateş ve basınçla muamelesi gibi... (Elması değerli kılan tüm özellikleri, oluşumu sırasında ortaya çıkan şartlara bağlıdır. Doğal elmasın oluşumu için olağanüstü koşullar, yani aşırı yüksek sıcaklık ve basınç gerekir.- muamelesinde olduğu gibi...
Sınanırız ki, özümüzdeki yabancı maddeler, değersiz şeylerden ayrılabilelim, taşıdığımız cevheri gün ışığına çıkarabilelim.
Her birimiz farklı şekillerde karşılarız bu imtihanları...
Kimimiz yumuşar, kimimiz kırılganlaşır, kimimiz özümüzü katılaştırırız tepki olarak ,yaşadıklarımıza...Geçmiş bir yazımı ekleyeyim burada, severim bu hikâyeyi...

11.09.2006 13:59:13
KAHVE TİRYAKİLERİ DER Kİ;
Bir zamanlar, her şeyden sürekli şikâyet eden; her gün hayatının ne kadar berbat olduğundan yakınan bir kız vardı. Hayat, ona göre, çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan, mücadele etmekten yorulmustu. Bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu karşısına.
Genç kızın bu yakınmaları karşısında mesleği ahçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi. Bir gün onu mutfağa götürdü. Üç ayri cezveyi suyla doldurdu ve ateşin üzerine koydu. Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye bir patates, diğerine bir yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini koydu. Daha sonra kızına tek kelime etmeden, beklemeye başladı. Kızı da hiçbir sey anlamadığı bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda karşılaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu. Ama o kadar sabırsızdı ki, sızlanmaya ve daha ne kadar bekleyeceklerini sormaya başladı. Babası onun bu ısrarlı sorularına cevap vermedi. Yirmi dakika sonra, adam, cezvelerin altındaki ateşi kapattı. Birinci cezveden patatesi çıkardı ve bir tabağa koydu. İkincisinden yumurtayı çıkardı, onu da bir tabağa koydu. Daha sonra son cezvedeki kahveyi bir fincana boşalttı. Kızına dönerek sordu:
- Ne görüyorsun ?
- Patates, yumurta ve kahve ?
diye alaylı bir cevap verdi kızı.
Daha yakından bak bir de dedi baba, patatese dokun. Kız denileni yaptı ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi. Aynı şekilde, yumurtayı da incele. Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını gördü.En sonunda, kızının kahveden bir yudum almasını söyledi.
Söylenileni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı. Ama yine de bütün bunlardan bir sey anlamamıştı:
- Bütün bunlar ne anlama geliyor baba ?
Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de aynı sıkıntıyı yaşadıklarını, yani kaynar suyun içinde kaldıklarını anlattı. Ama her biri bu sıkıntı karşısında farklı farklı tepkiler vermişlerdi. Patates daha önce sert, güçlü ve tavizsiz görünürken, kaynar suyun içine girince yumuşamış ve güçten düşmüştü. Yumurta ise çok kırılgandı; dışındaki ince kabuğun içindeki sıvıyı koruyordu. Ama kaynar suda kalınca, yumurtanın içi sertleşmiş katılaşmıştı. Ancak, kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde kalınca, kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya tamamen yeni bir şey çıkmıştı.
- Sen hangisisin ? diye sordu kızına.
Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin ?
Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin?
Yumurta gibi, kalbini mi katılaştıracaksın ?
Yoksa, kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her olayın duygularını olgunlastırmasına ve hayatına ayrı bir tat katmasina izin mi vereceksin ?

......

Dün yoğun bir gündü benim için. İki kızım, Trabzon' daydılar, döndüler. Babaları da birlikte.
Evimizin dış cephesi yenileniyor, iskele kurmuşlar, rahatsız olduğum sıralardı, farketmemişim.
Kedimiz açık camı fırsat bilip, iskeleden kaçıp gitmiş.
Bunu, kızlara nasıl söyleyeceğimi düşünüyordum.
Önce küçük kızım geldi, lise öğrencisi olan.
Bana mesaj atmış.
-Özledim seni,Leylâ'yı (kedimiz), ev yemeğiniii :p ' diye...


Yemek hazırlamıştım. Masaya çağırdım.
-Leylâ nerde anne, oldu ilk sorusu. Odaları aradı.
-Bir yerlerde uyuyordur. Yemeğe gel şimdi, dedim.
Daha bir telâşla aramaya başladı ortalığı.
-Anne, yoksa Leylâ kaçtı mı, ona bir şey mi oldu, söyle!...
Anlattım.
Hıçkırıklara boğuldu.
-İki gün önce gelseydim kaçmayacaktı, diye kendisini suçlamaya başladı.Zâten hiç kalmak istememiştim.
-Sen gelmeyecektin ve o da kaçacaktı, yazı böyle yazılmış. Olanın arkasından ağlamanın faydası yok şimdi, dedim.
Hem, geri döner belki. İstiyor musun, bebek bekliyor olsun döndüğünde?
Gülümsedi bir an.
-Dönmez anne dedi, dönmez. Hem ya bir şey olursa ona?
Ablası onlarla gelmemişti. Biraz daha kalacakmış. Ona telefon açıp söylemek istedi.
-Dur şimdi, yalnızken telâşlandırma onu da. Gelince söyleriz uygun bir şekilde.
Bu arada büyük kızım telefon açtı anne, çok hastayım.Ne kullanayım diye..
Evde antibiyotik bulamamış önce.Biletini ayarlattırdık gece yarısına. Sabaha karşı geldi o da.
Bu arada antibiyotik bulup başlamış, yola çıkmadan önce.
Eve girdiğinde, sabah olmak üzereydi.
Yanıma gelip, Leylâ' yı sordu.
-Bu konuyu sabah konuşalım kızım, dedim.
-Anne, kaçtı mı, ona bir şey mi oldu, söyle!...
Anlattım ona da.
Sessizce döküldü gözlerinden yaşlar. Daha ağır bir tepki bekliyordum ondan, içine attı.
-Yeni bir kedi alacağım anne, belli etmedim ama içime oturdu acısı, dedi.
-Ne kedisi, dedi oğlum. Ne güzel kurtulduk işte.. : )
-Abi, taşınacak mısın, bizimle mi kalacaksın, diye sordu Senâ (büyük kızım).
-Sizin dönmenizi bekliyordum, taşınacağım, dedi oğlum.
Dün arabada giderken yanımızda bir akraba da vardı.
-Onbir ayın sultanı Ramazan geldi, dedi.
-Onbir ayın sultanı Ramazan, benim sultanım annem, dedi oğlum.
-Yalan olduğunu bilsem de hoşuma gitti, dedim.
-Ne yalanı anne yaa?
-Beyaz yalan oğlum, beyaz yalan... : )
Neyse, bizim evin hikâyeleri böyle sürer gider.Gelelim asıl hikâyemize:
Dün gece 10 sularıydı, iki cevapsız arama gördüm telefonumda.
'Ayla hanım, cep'
Aradım, çok severim kendisini.Öyle güzel günlerimiz olmuştur ki onunla ve Zeliha hanımla. Zeliha hanım ben yaşta kızı olan bir arkadaş ancak gayet iyi anlaşıyoruz.Ayla hanım da 9 yaş büyüktür benden.
İlçelerden birinin belediye başkanının kız kardeşi.
Âniden telefon açarlardı arada:
-Yoldayız Zeliha hanımla birlikte, müsaitseniz uğrayalım.
-Biraz gezecegiz, bir yemek yeriz dışarıda hem, gelir misiniz siz de?
-Yaylaya gidiyoruz, hadi siz de gelin.
-Dut pekmezi alacağız bugün ev yapımı, dut silkeleriz hem. Dâvet ettiler, siz de gelir misiniz?
Ne güzel günlerdi.
Evine gittiğimizde dost sıcaklığını hep hissettirdi bize.Son derecede kibar, içten, neşeli...
Kızını bir trafik kazasında kaybettikten sonra çok etkilenmişti.
Çok zor günler geçirmişti.Zeliha hanımla da o dönemde tanışmışlar ve yakın bir dostluk, arkadaşlık ilişkisi oluşmuş aralarında.
Zeliha hanım tanıştırmıştı bana onu...
Deniz kıyısındaydı arazileri.Balkonda içerdik çaylarımızı.Sonra, plaja gidip otururduk çay bahçesinde.Dalgaların sesi, denizin kokusu, gün batımları en önemlisi dostla muhabbetti.
İstanbul' a taşındığımda, bir hanımdan söz etmişti bana, eşi savcıymış.Benim oturduğum yere çok yakınmış evleri.
Sizi tanıştırayım, arkadaş olursunuz, diyordu.
Geçen yıl, gezmeye gittiğimde ona da gittik oturmaya.
-Biliyor musunuz, dedi. Savcı bey vefat etti.Eşi çok zorluk çekti, İstanbul' dan ayrıldı.
Dün gece, bir hâl-hatır faslından sonra aramızda şu konuşma geçti:
-Yayladayız, yanımda savcı beyin hanımı da var, hani söz etmiştim size.
_Zeliha hanım da yanınızda mı?
-Evet.
-Ah, ne çok isterdim şimdi ben de sizlerle olabilmeyi!...
-Sen hep bizimlesin, dedi Zeliha hanım.Hiç ayrılmadın ki...
-Ramazana kadar birkaç gün kalacağız burada.Az önce de mısır haşladık.
-Bir tane de benim için yeyin.Yerli mısırı çok severim.
-Bir ricam olacak sizden Hatice hanım.Savcı beyin hanımı rica ediyor.
'Şimdi Uzaklardasın, gönül hicranla doldu
Hiç ayrılamam derken kavuşmak hayâl oldu..'
-Tamam, bu şarkı ses tonuma çok uygun değil ama söylemeye çalışayım.
Fon müziğini de bulayım şarkının, olacaktı bir yerlerde.
Fonsuz söylemek daha renksiz oluyor.
Buluyor, söylüyorum.
Hepimiz için, Silemezler Gönlümden' i rica ediyoruz şimdi, diyorlar.
Onu da söylüyorum.
Aslında şarkı da yazı da bir duygu işidir.O anda o şarkının duygu modunda değilseniz, şarkının hakkını veremezsiniz. Başkaları çok anlamasa da bunu siz anlarsınız.
-Bizi ağlattınız diyorlar.Çok duygulandık.Çok teşekkür ederiz.
-Rica ederim, diyorum.Ne demek? : )
Savcı beyin eşini telefona rica ediyorum, konuşmak isterse eğer.. diye.
Geliyor.
-Bu şekilde olacakmış ilk karşılaşmamız, tanışmamız, diyorum. Ben, sizinle yüz yüze de tanışacağımıza inanıyorum.
Sizin için yürekten dua ettiğimi, kalben yanınızda olduğumu biliniz lütfen...
Ağlıyor, yüreğime oturuyor acısı. Hiç teflon olamadım ki ben zaten, hep sünger olup emdim, duyumsadım başkalarının acılarını da.
Acılarımız vardır yüreğimizde gizlediğimiz. Yaralarımız vardır her nasılsa kabuk tutturduğumuz ancak bir ufak dokunuşta kanayabileceğini bildiğimiz.
Bugün hüzünlüyüm ben de, yüreğim acıyor.
Evden çıkacağım birazdan, annemin acısında unutayım bu kez kendiminkini.
Gözyaşlarım, kahkaha olarak dökülsün dudaklarımdan.
Dünya, mekân eylemedim seni, bilesin!...
Kime yâr oldun ki, bana olasın?
Gözüm yoktur aldatıcı hâlinde
Sen, seni yâr bilenlere kalasın!...
demek geldi içimden.
Steinbeck'in Cennetin Doğusu' nu aldım. Daha önce İngilizcesini yazdığım metnin Türkçesini de bir ara yazar ya da okurum ses kaydı olarak, umarım.
Bakalım neymiş dünya?
Bugünlük de bu kadar..
Sevgilerle kalınız.
Hayat/ Hatice

Hiç yorum yok: