27 Nisan 2009 Pazartesi

"Hayat, biz onu plânlarken başımızdan gelip geçenlerdir."


Elimden geldiğince kontrol etmeye çalıştığım halde bir ruhsal travma yaşıyorum.
Kararlarımdan ilkini verdim ama yoğun baskı altında...Pek çok faktör önümü kesti, direnme gücü bulamadım.Kişiliğimin zedelendiğini hissediyorum.Hakkımızda hayırlı ve iyi olmasını diliyorum neticenin...
İkinci karar da alt-üst oldu.Trajikomik bir durum...
Yine her şey ortada kaldı yine belirsiz görünüyor her şey ve bir yığın üzücü yaşanmışlıkla...
İstesek de olmaz ya bazen ya da bilemiyorum nedir?
Olması gereken olur... diyebiliyorum yalnızca ve yaralarımı sarmaya çalışıyorum yaratıcımıza sığınıp- dayanarak...
Günün anlamına uyduğunu düşündüğüm yazıları paylaşayım, tekrar olsa da...
SEVGİLER...
Hayat
Mesnevi’den:
...
"Başka bir yerinde hikayesinin bazen acıların insana ne büyük lütuf olduğunu anlatır. Tıpkı Meryem Sûresi’nde olduğu gibi… Meryem Sûresi’nde Kur’an Hz. Meryem’in İsa’yı doğururken duyduğu acıyla hurma ağacına yanaştığını ve hurmayı dirilttiğini anlatır. Mevlânâ da herkesin anlayacağı dilde şöyle anlatır bunu,.
Adamın biri ağacın altında yatıyormuş. Ağzına bir yılan girmiş. Bir atlı gelmiş, uyuyan adama yılan zarar vermesin diye çekmeye çalışmış ama adam yılanı yutmuş. Küçücük bir yılan içine gitmiş. Atlı ne yapsın, siz olsanız ne yapardınız? Eline bir kırbaç almış ve
- Kalk, demiş. Kalk.Başlamış dövmeye adamı. Uyuyan adam birden dövülmeye başlayınca fırlamış,
- Sen hain misin gaddar mısın şurada uyuyordum, demiş.Ama dayak korkusuna tabi ki kalkmış- Ne yapayım, demiş;
- Buradaki bütün ham elmaları ye, demiş.
- Niye, demiş adam.
- Ye, demiş.Yemeye başlamış sonra da bolca su içirmiş. Adam ham elma üstüne de suyu içince çıkartmış; yılanı görünce korkmuş. Demiş ki
- Allah senden razı olsun, niye söylemedin yılan yutmuş olduğumu?
- Söyleseydim korkudan ölürdün demiş.Mevlâna diyor ki, içimizde yılan huylar vardır. Allah bazen küçücük darbelerle, bazen ham elmalar yedirerek, bazen bizi fazlaca koşturarak içimizdeki bize zarar veren yılan huyları dışarı çıkartır. Bunun için bu dünyada acılar ve sıkıntılar insan için çok faydalıdır. Değil mi ki doğum, sancıyla olur, sancısız bir doğum gördünüz mü diyor Mevlânâ. Hatta anne bağırmaz mı sancımı arttır doktor, arttır ki bir an önce çocuğumu kucağıma alayım. İşte mana çocukları da sıkıntılarla dünyaya gelirler ve daha sonra Mesnevi’si böylece hikâyelerle dolmuştur. "
Çok sevdiğim bir öğreti..."Bu da geçer"
Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar.Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini salık verirler. Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir'in bölgenin en zengin kişilerinden birisi olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında bir başka çiftlik sahibidir. Derviş, Şakir'in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer içer, dinlenir. Şakir de, ailesi de hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır... Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir'e teşekkür ederken,
"Böyle zengin olduğun için hep şükret." der. Şakir ise şöyle cevap verir:
"Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen, gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer..."
Derviş, Şakir'in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür. Birkaç yıl sonra, Derviş'in yolu yine aynı bölgeye düşer. Şakir'i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylülerle sohbet ederken Şakir'den söz eder.
"Haa o Şakir mi?" der köylüler, "O iyice fakirledi, şimdi Haddad'ın yanında çalışıyor." Derviş hemen Haddad'ın çiftliğine gider, Şakir'i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felâketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad'ın yanında çalışmak kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad'ın hizmetkârıdır. Şakir, bu kez Derviş'i son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır... Derviş, vedalaşırken Şakir'e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir'den şu cevabı alır:
"Üzülme... Unutma, bu da geçer..." Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olan biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir'e bırakmıştır. Şakir, Haddad'ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır. Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır:
"Bu da geçer..."Bir zaman sonra Derviş yine Şakir'i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir'in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır:
"Bu da geçer." Derviş, "Ölümün nesi geçecek?" diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir'in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Şakir'den geriye bir iz dahi kalmamıştır...
O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda umudunu tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın... Hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzüğü yapamaz. Sultanın adamları da bilge Derviş'i bulup yardım isterler. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: "Bu da geçer" yazmaktadır.
Bu da geçer Ya Hû'
Bu da geçer Ya Hû' sözünün aslı bundan bin küsur sene önceye, Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar, fena bir işe uğradıkları zaman 'Bu da geçer' mânâsına gelen 'k'afto ta perasi' demektedirler. İbare, Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp 'in niz beguzered' olur; Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip 'bu da geçer' yapılır. Derken, tekkelerde ve dergâhlarda da benimsenir ve sonuna 'Ya Allah' mânâsına gelen bir 'Ya Hû' ilave edilip 'Bu da geçer Ya Hû' haline gelir.
(Alıntı)

Hiç yorum yok: