17 Ocak 2009 Cumartesi

Her Şey Bahane

Her Şey Bahane


Eylemlerimizle istek ve amaçlarımız arasındaki mesafe hemen hemen hiç kapanmaz; zira elde ettiklerimiz kadar elde edemediklerimiz de vardır; ayrıca bir de elde ettiğimiz hâlde elde tutamadıklarımız.

Gerçekleştirmek isteğimiz şeylerin bir kısmını belki gerçekleştirebiliriz; fakat çoğunlukla isteklerimizin büyük bir kısmı gerçekleşmemiş olarak kalır. İsteriz ama olmaz.

Buna mukabil bazen de istemediğimiz şeyler olur; olması için hiçbir şey yapmadığımız, yapmayı istemediğimiz hâlde, bizim dışımızda gelişen hâdiselerin etkisi altında oradan oraya savruluruz. Sadece irademiz yoktur; iradeler vardır. Dahası bütün iradelerin üstünde bir başka irade! Öyle ki kendimizi etken değil edilgen, fail değil münfail hissederiz. Olup bitenlerin ardından âdeta rüzgârda uçan bir yaprak gibi sürüklendiğimizi duyumsarız. İstemediklerimizin gerçekleşmesine engel olamayız; engel olmayı istemediğimiz hâlde değil, istediğimiz hâlde engel olamayız.

Kader inancının devreye girdiği aralıktır burası. Kendi kişisel irademizin yetersizliğini, güçsüzlüğünü görüp işin içinde daha büyük iradenin olduğunu farkederiz. Nitekim küllî irade, cüzî irade ayrımı, yapıp ettiklerimizden bizzat kendimizin sorumlu olduğu bir alanın geçerliliğini isbat etmeyi amaçlar.

Yaptıklarımdan ben sorumluysam, sırf bu sorumluluk nedeniyle yaptıklarımın karşılığını (ceza ve mükâfatı) hak ederim. Bu yüzdendir ki iyi davranışlarımın iyilikle, kötü davranışlarımın kötülükle karşılık göreceğine inanırım.

Buraya kadar sorun yok gibi.

Peki ya iyi davranışlarım kötülükle, kötü davranışlarım iyilikle karşılık görüyorsa. İyilerin başına, iyi davranmalarına rağmen kötülük, kötülerin başına kötü davranmalarına rağmen iyilik geliyorsa? İnsanın niyet ve eylemleriyle, bu niyet ve eylemlerin sonucunda ortayan çıkan tablo arasında giderilemeyecek tezatlar varsa? Kısacası, hayır bildiklerimiz şerre, şerr bildiklerimiz hayra dönüşüyorsa?

Ne garip değil mi, hızlı akışı içinde yaşamımızı küçük tesadüflerin belirlediğini çokluk farketmeyiz bile. Yaptıklarımızı isteklerimizin belirlediğine inanırız. Olanların, biz onların öyle olmalarını istediğimiz için olduğunu zannederiz. Hele hele gençlik dönemlerinde.

Yeterli yaşam tecrübesine sahip olduğumuz yıllardaysa, iş tersine döner; bir bakarız ki tesadüflerin (Bana göre tesadüf kelimesi yerine Tevâfuk kelimesi daha uygun olur, denk düşürülmeler diyelim. Hayat) yaşam çizgimizdeki belirleyiciliği, kişisel irademize nisbetle çok daha baskın imiş.

Fatih türbedarı Amiş Efendi, küllî irade-cüzî irade ayrımının mecazen kabul edilebileceğini, hakikatte irade'yi cüzî ve küllî şeklinde ikiye bölmenin ise O'na ortak koşmak (şirk) olacağını söyler; zira O'ndan gayrı mevcud olmadığı için, haklı olarak O'nun iradesinden gayrı irade de olmayacağını kabul eder.

“Bir şeyin olup olmaması nezdinde müsavi değilse nakıssın evlâdım!” sözü ona aittir. Yani bir şeyin olup olmaması senin için aynı değilse, isteklerinin olup olmamasını eşit görmeyi beceremiyorsan henüz kemâline erememiş ve eksik kalmışsın demektir.

Rıza ve teslimiyet makamıdır burası. Söylemesi kolay, yapması zordur. Ne garip değil mi, tam da iradesizlikle, iradesizliği seçmekle, kendimizi suyun akışına bırakmakla suçlanacağımız makam. Hani Yunusumuzun, “ne varlığına sevinirim, ne yokluğuna erinirim” dediği şu makamların makamı: sırr'ul-esrar.

Gerçekleşmesini şiddetle istediğimiz arzu ve hayallerimiz varsa, ister hırs ve ihtiras denilsin, ister azim ve gayret, peşinden koşmaya değer bulduğumuz 'şeyler' (!) uğruna yanıp tutuşuyorsak, böylesi bilgece öğütleri onayacak gücü kendimizde nasıl bulabiliriz? Bulabilir miyiz? Üstelik bahanelerden, vesilelerden çok bizzat vehmimizce değer atfettiğimiz bahaları gerçek kabul ediyor, tesadüf olarak adlandırdığımız o mini mini nedencikleri görmeye tenezzül bile edemiyorsak? Kaybedeceğimiz için korku, kaybettiğimiz için üzüntü duyduğumuz şeylerin çokluğuyla büzüşmüşken ruhlarımız, sahip ve malik olduklarımızın ve olacaklarımızın yokluğunu nasıl içimize sindirebiliriz? Hâl böyleyken, hâlimiz böyleyken, Amiş Efendi'nin bilgece öğüdünden nasıl yararlanabiliriz?

Ey talib! Hakikaten talib-i hakikat isen eğer, henüz yolun başındayken, âlemde her ne olup bitiyorsa 'Kün!' (Ol!) emrinin tezahüründen ibaret olduğunu anlamaya çalış! Yapmayı değil sadece, yapmamayı da iste!

En nihayet ne olmuşsa, o olana razı ol; olduktan sonra değil, olmadan önce de razı ol! Çünkü isteyen veya istemeyen sen değilsin, sen sadece istiyor ve istemiyor görünensin!

Dücane Cündioğlu

Hiç yorum yok: