30 Eylül 2009 Çarşamba

Dünden-bugünden...


Dünden-bugünden...
Yazmak daha az ilgilendirir oldu şu sıralar beni...
Oysa sonradan okuması ne de hoş oluyordu.
Yazmıyorum pek çok şeyi... Minik hikâyeler zamana yenik düşüyorlar, düşecekler muhtemelen... Yazık!.. :)))

Neyse, bugün yüreğimden yeterince kuş sürüleri uçtu.
Bu da ne demek, diyebilirsiniz haklı olarak.

Bugün yine çok güzelsin hayat...

Seni sevdiğimi söylemek geliyor içimden.
Güvercinler uçuyor
Hiç tanımadığım insanlara yüreğimden.
Yine sana sımsıkı tutunmaya çalışıyorum
Sen de birazcık tutsan ya ellerimden.
Bugün yine çok güzelsin hayat...
Herşeye rağmen...
alıntı

Yüzmeye başladım program olarak..Eskiden yürüyüşle ilgili yazılarım olurdu, şimdi yazsam yine hoş bir hikâye kaydı var bugüne dair ama, kalsın. :)
Hayat güzel şey, zor şey, tuhaf şey!...

Hergün 6 km. arazi yürüyüşüm vardı ya da sahil.. 2 yıl öncesine kadar.
2 yıldır kendimi toparlayamadım açıkçası, zor geçti bu süreç.
Ancak şimdi, yüzmeyle bir kendime dönüş hayâl ediyorum. Eksik, önemli bir eksik tamamlanmış olacak benim için, inş. Spor!...
Mutlaka olmalı bir şekilde, beden ve ruh sağlığı için.

Bu arada, yarın (aslında artık bugün demeliyim, geceyarısını geçmiş vakit) Cemalnur' cum (Sargut) sohbetlere başlıyooor. Yaşasınnn!...
Özledim çooookkk...

Bir de inşallah, 'sevgilim' geliyor. Kimliğini bilenler biliyor, boş verin. :))
Benim ağzım kulaklarımda, gözlerim ışıldıyor. Şükürler olsun...

Çoğu şeyi yazmak istemiyorum artık, kendi içimde yaşıyorum, bende kalsın istiyorum.
Anlamak için 'ben ' olmak gerekmeye başladı zannederim.
Bir de 'dilsiz' döneme geçiş mi yapıyorum ne?

Neyse, bana müsade...
Kocamaannn sevgiler ve naftalin kokulu, çilek tadında bir geçmiş yazım: ;)

**

Bir Haziran Gecesi...

RÜZGÂR SÖYLÜYOR

Rüzgâr söylüyor şimdi o yerlerde bizim eski şarkımızı
Vazgeç söyleme artık, hatırlatma mazideki aşkımızı
Bir kış günüydü başladı bu hazin macerası gönlümüzün
Vazgeç söyleme artık, hatırlatma mazideki aşkımızı

"Gün olur anmadan geçemem seni
Güz gelir yapraklar saçların rengi
Her bahar bahçeler yaşatır seni
Yaşlı gözlerle bakar geçerim
Seni koparmaya varmaz ellerim "

Nereden düştü bu dizeler aklıma dünden bu yana? Google' da bulamadım , bulan varsa haber versin..Smile

Büyük kızım aradı az önce yarım saatten fazla konuştuk tel.da..
Çok sıcakmış İstanbul, sınavlara giriyor bir yandan…

Farklı konuşuyoruz artık, o mu büyüdü, ben mi öğrendim anneliği? Arkadaş olma yönünde ilerliyoruz sanki..Smile
Duygulandım konuşurken nerelerden açıldı, tamam hatırladım, evde kim vardan başladı zaman zaman duyduğum yalnızlığa, özleme, hüzne dokundu konu ve "akşam oldu hüzünlendim ben yine.." demiş bulundum.
Anne, söylesen-e dedi.
Güldüm, dur dedim, içeri geçeyim, terastayım şimdi…
Ne kadar güzel söyledin anne, dedi.Aslında hepsinin müzik tercihleri farklıdır ama iki büyükler TSM sevgisi ve bilgisi de almışlardır benden..
Büyük kızım der ki:
Anne, Allah c.c. râzı olsun senden.Sen olmasaydın ben bu müziği tanıyıp sevemeyecektim.Şimdiki gençlere bakıyorum da haberleri bile yok, hiçbir şey bilmiyorlar bu konuda..
Oğlum çok sever beni dinlemeyi.Müzik tercihi hip-hop olmasına rağmen..
Bâzen başlar bir şarkıya ben başladığımda bırakır ve "beni ezmek için mi yapıyorsun?" der.Oysa ki ben sesimi gizlerim bile onun sesini örtmesin, birlikte söyleyebilelim diye…
Bugün aradı ve ültimatomu verdi:
"Sen aramazsan ben de aramayacağım bundan sonra..!
"Oysa en geç iki günde bir konuşuruz.Demek ki her gün aramam lâzım. Onun aramasına fırsat bırakmamalıyım..Smile

Evet, düşündüm de bu arada akşamla başlayan ne kadar çok şarkımız varmış..

Akşamın olduğu yerde bekle diyorsun gelmiyorsun
Çünkü, seni çok sevdiğimi biliyorsun, gelmiyorsun..

Her akşam güneşin battığı yerden
Gözlerin doğuyor gecelerime…

Gurbet elde her akşam battı bağrımda güneş
Yâre giden yollarda hasret oldu bana eş…

Geçen akşam sahilde yürüdüm, normal yolum artık arazi olmasına rağmen..
Öylesine güzel ki bu aralar günbatımları, büyülüyor âdeta insanı…
Yaz mevsimini seviyorum.Daha başlamadan bitmemesi için dua ediyorum neredeyse..
Bir tarafta arka bahçede çiçekten olgunlaşmaya dönen patlıcan,salatalık, biber ve domatesler, geçen yıl yetiştirmeye karar verip de ancak bu yıl dikebildiğimiz kabak ve dereotu tohumları..
İncecik gövdelerini toprak yüzeyine çıkarmış dereotu..
Biberler iki-dört cm arası boydalar, domatesler yeni çiçekteler..Patlıcanlar da öyle..
Geçen yıl bir arkadaşın tarifini uygulardım sıkça..Domates, biber, patlıcanlar bahçeden olunca bambaşka lezzetli olurdu ve çok beğenilmişti bu tarif.Sitede tarifler bölümüne kopyalamıştım, bulursam linkini buraya da eklerim gerekirse..

Nerede kalmıştık, sahil yürüyüşü ve günbatımında..O akşam daha bir yakından izledim, bulutlu bir havaydı ve güneş bulutların arkasından denize düşmekte olan kocaman bir alev topunu andırıyordu.Duygulandım yine, gözden kayboluncaya kadar izledim.
Bir ara kulağıma tanıdık bir nağme çalındı.Çook derinden içli bir ses, eseri tanımasam anlayamayacağım sözlerini..
Yine yıllar öncesine gittim.Ortamla ne kadar örtüşüyor nağmeler, sözler..

"Beklerim her gün bu sahillerde mahzun böyle ben
Gün batar kuşlar döner dönmez bu yoldan beklenen…"

Ortamın etkisiyle daha bir etkilendim sanki..

Geçen akşam orman parkurumda tanıştığım teyzemize uğradım hikâyesini anlatmışımdır, ilginç bir başlangıçtı doğrusu..
Zaman zaman adını duyacaksınız sizler de sanırım..

O akşam eşi biraz canını sıkmış her halde..Okumuş adamsın sen, avukatsın..diyor yorma beni, usule uy biraz..
Teyze' ciğim diyorum neredeyse 80 ine yanaşmış bir insanın huyunu değiştiremezsiniz, neden kendinizi yoruyorsunuz?
Yok efendim, değişecek diyor.
Nuh dedi peygamber demedi teyzemiz..
Baktım olmayacak, kalkıp yanağına bir öpücük kondurdum, ellerinden tutup ayaklandırdım ve dönmeye başladık.İnanılmaz bir neşe..
Bâzen diyorum ki yaşam enerjisi farklı bir şey olmalı…

Yolda çoluk-çocukla da kaynaştık iyice..Beni görünce en küçüğü bile kollarını açıp yanıma koşuyor.
Hattâ geçen akşam kendileriyle oyun oynamaya söz verdiğim çocuklarla karşılaştım yine..
Resimlerinizi çekeceğim sizin, yayınlayacağım da dedim.
İlk yürüyüşümde artık..Smile

Bilgisayar terasta geziyor artık.Evde durmak istemiyorum.Aynı yerde sabitlenmeyi sevmem ben.Arada kıpırdamalıyım yerimden, havayı içime çekmeliyim, güneşi, rüzgârı hissetmeli..
Aynı anda tek bir işe bağlanıp kalmamalı yaşamın diğer öğelerini de duyumsamalı..
Müzik dinliyorum bir yandan ama enstrümantal, dikkatim sözlerine gitmesin..Smile
Bu günlük bu kadar..Bu arada, resimlerdeki günbatımları terasta çekilmiş, papatyalarsa bir akşam alacakaranlıkta yürüyüş parkurumdanÇok severim bu mevsimde papatyaları..Toplayıp vazoya da koymalıyım, kıyamıyorum koparmaya, yolumu güzelleştiriyorlar..Smile
Sevgiyle..Hayat

**
Yürüyüş hikâyelerimden değilse de, geçmişe döndüm ben de...
Sevgiler...
Hayat/Hatice

27 Eylül 2009 Pazar

Neden Ben? (Arşivimden)

Neden Ben? (Arşivimden)


SeyyAh dedi ki...

Çalınan her kapı hemen açılsaydı, ümidin, sabrın ve isteğin derecesi anlaşılmazdı.

Ve sen yine denendiğinde;
ve yine kalbin daraldığında;
ve yine bütün kapılar kapandığında;
ve yine ne yapman gerektiğini bilemediğinde..
uzun uzun düşün..
ve hatırla Yaratanını!
ALLAH kuluna kâfi değilmi?
( zümer:36)

.....
Bazı şeyleri tekrar tekrar hatırlamanın önemine inanırım. Buraya geldiğindeki en son yüz yüze görüşmemizde hocamla konumuz yine 'sabır ve teslimiyet' ti.
Dilde değil, gönülde yaşamak bu duyguları...İlle de gönüle indirmek şart...
Günlüğümü taradım şöyle bir...
Yazmak sorun değil benim için, biiznillah... Bekleyen yazılarım kenardalar, bir ot, bir buluttan veya minik bir sohbetten yazı türetmekte zorlanmamışımdır şükür, şimdiye dek...
Kalemim 'Dur!...' dedi...
Bir kez daha hatırla ve hatırlat!...

Peki, hatırlayayım. Hatırlayalım mı?... . ))
Sevgiler...
Hayat

'Neden Ben?' 31/8/2007

Parçalarınızı toplamakta güçlük çektiğinizi düşündüğünüz, kırılıp-dağıldığınız anlarınız olmuştur sizin de yaşam örgüsü içerisinde..Neden?? demişsinizdir, 'Neden ben?'!!!

Kendi nâmıma düşünüyorum da ilk aklıma gelen cevaplardan birkaçını sizlerle de paylaşmak istiyorum.
Yazılarımı okumuş olanlar, babamı az-çok tanırlar, en azından bir fikir sahibi olabilmişlerdir az-çok , kişiliği hakkında..
Nûr içinde yatsın, cümle ebediyete intikal etmiş olanlarımız da...
Derdi ki,
'Rivâyet oldur ki, Fir'avn' ın atının ön ayakları, yokuş aşağı inerken uzar, yokuş yukarı çıkarken kısalırmış Kİ; DARDA KALIP DA 'ALLAH!' DEMESİN..!!!
Düşündüğümde bile kanım donuyor sanki damarlarımda...
Böylesi bir olguya 'acaba?' diyerek yaklaşmışımdır, tâ ki geçenlerde Mesnevî' de buna dair bir vurgu olduğunu bir yerlerde okuyana kadar...
Nerede rastladım bu bilgiye hatırlamıyorum, internet üzerinden okudum yalnızca..Araştırılabilir...
Yine diyordu ki babam:
'Allah c.c. ,sevdiği kuluna verir sıkıntıları.. ki ansın O’nu, yakarsın O’na, O'ndan dilesin, istesin..Bıkmadan, usanmadan istesin..!'
'Kulunun yakarışları hoşuna gider, O'na yakınlaşmanın bir yoludur bu..İnşaallah, sevildiğimize de bir delil..!'
Üstelik âhirette öylesi güzel karşılıkları olacakmış ki bu musibetlere sabretmenin, yapabileceğini yaptıktan sonra, O' na sarılmanın; kul, karşılığını bilseydi hiç sızlanmazdı, öylesine mükâfatı var bekâ âleminde, denir.
Bir kıssa daha babamdan, hatırımda kaldığı kadarıyla:
Rivayet edilir ki, bir zât, hastalığından çok muzdaripmiş. Allah c.c.' a sürekli el açıp yalvarırmış ki 'bu hastalığımı benden al, Ya Rab..' diyerek...
Bir gece hastalığı rüyasına girmiş ve dile gelip demiş ki:
'Benden kurtulmak için dua ediyorsun. Oysaki birbirimize alıştık.İlâçlarımı bile öğrendin.Seni az sıkıştırsam, ilâcımı verip, beni susturuyorsun. Ben giderim ama bir başkası gelir yerime..Tanıyana, alışana kadar zaman geçer.İyisi mi, böyle idare edip, gidelim..'

Şimdi, düşünüyorum da zaman zaman, sınır noktalarına geliyorum, 'Artık dayanamıyorum Allah' ım, ne olur yardım et..!' diye yakarıyorum.
'Çevresi tarafından, hemen hemen istisnasız, '........... (olumlu özellikler, yazmak istemiyorum artık) .... bir insan' olarak tanımlanırken; 'Dibine ışık veremeyen bir MUM olmanın acziyetini yaşamak..!'
Sormalı mıyım, 'Neden ben?' diye?
Neden ben???
.................., birbirinden güzel ve şükür, akıllı üç çocuk bağışlanmışken, saray yavrusu bir evde, çok güzel bir manzaraya karşı yaşarken, (en zorlandığım acılarımı da bu evde yaşadım aynı zamanda, çilehanem oldu bir anlamda) sordum mu ki 'Niye ben?' diye?
'Ne özelliğim var ki benim?'
'Başkalarının yaşamlarına imrenmeyin', diyordu okuduğum bir özlü sözde..'Sizin de yaşamınıza imrenen pek çok insan var..!'

'Rahatı da cennete koydum dünyada arıyorlar, nasıl bulabilsinler?' buyuruyor hak tealâ hz.
'Dünyada rahat yok' olduğunu bilerekten cennetler arıyoruz, çektiğimiz sıkıntılar biraz da bundan olsa gerektir.
Kimse hakkına râzı değil, diyordu bir tanıdığım..
Kimse, hakkına râzı DEĞİL..!'
Refah, daha, daha..Yarış, başkalarını ezme, çiğneme bahasına yükselmek...Nereye kadar? Ne zamana kadar?
Neden Rab' bin takdirine gönül hoşluğuyla râzı gelip, boyun eğemeyiz?
Niyedir isyanlarımız, kimedir?
Gelen kimdendir, fail kimdir???
Söylenecek pekçok söz olsa gerektir bu konuda, belki bir kısmını da yorumlarla tamamlayabiliriz.Bu konuda düşündüklerinizi yazmanızı rica ediyorum sizlerden...

Halim Kök arkadaşımızın, dünkü blog yazısı sarstı beni, paylaşmak istiyorum:
AH, BİLEBİLSEM...

Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yaratmıştır.
Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerineörtüyor.
Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir.
Bunların her biri belli bir zamana kadar akıp gitmektedir.
İyi bilin ki, o mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır. (Zümer Suresi 5.ayet)
Gündüzler sevinç ve mutluluğumuz ise geceler dert ve kederlerimizdir.
Sevinçlerimizin üzerini kederler örtmüştür, kederlerimizde örtülü sevinçlerimiz gizlidir.
Biri diğerinin varlık nedenidir. Öyle ise sevinçler kadar dertler hüzünler de gereklidir.
Gereklidir diyorum ama ZAT’ en gereksiz bir şey de yoktur ki.
O’nun nazarında her şey olması gerektiği gibidir.
O noksan sıfatlardan eksikliklerden münezzehtir.
Eksiklik ve noksanlık O’nun hikmetlerini göremeyen kulundadır.
Kul O’ndan uzaklaştıkça ancak kendi bulunduğu yerden görüleni görür… O’nun gördüğünü göremez.
O zaman da sanır ki olanlar kendi istemesiyle olmaktadır.
Bizim sandığımız her işimiz O’nundur ve O’nun hükmü, OL demesi iledir.
Yapan ve yaptıran O’dur… FAİL-i MUTLAK O’dur.
ZATen O kimdir biz kimizdir ki?
“Attığın zaman sen atmadın Allah attı.” Ayetinde:
“Kulum, faili olmadığın şeyi yap. Yaptığın işin faili benim.
Ben de ancak seninle yaparım.
Çünkü onu kendi kendime yapamam, onu yapmak için sen lazımsın. Senin yapman için de ben lazımım”.
“Böylece işler bana ve Ona bağlı oldu.
Ben de hayret ettim, hayret de şaştı. Hayret içinde hayret oldu.”
Der Muhyiddin İbnu’l-Arabi ve şöyle devam eder:
“Nice zamanlar olmuş ki şöyle demişimdir:
“Rab Haktır, kul Haktır, ah bilseydim, mükellef kimdir?
Kuldur dersen o yoktur, Rabdır dersen o nasıl mükellef olur ?”
“Nice zaman da şöyle demişimdir:
Kendisinin yaptığı bir şeyi bana teklif etmesinde hayret ettim.
Benim yaptığım bir iş yok (bende o iş hep) O’(nun yaptığı) nı görüyorum.
Ah bilseydim mükellef kim oluyor? Her yerde ancak Allah var,
Ondan başkası yok.”
“Böyle söylemekle beraber bana denildi ki yap”.
“Cümle yerde Hak nazır , göz gerektir göresi”
Görecek göz, işitecek kulak, bilecek akıl, hisseden bir yürek varsa OL-AN O’ndan gayrı değildir.
“Ben gizli bir hazine idim... Bilmekliğimi istedim Alem’i yarattım.
Bilinmekliğimi istedim Adem’i yarattım”
Buyurur.
O bilinmekliğini istemiştir. Bilmek için o zaman önce bilmiyor olmak gereklidir.
Bilmeyerek doğarız, bilmeyerek yaşarız.
Kısmetimizde varsa O dilemişse günü geldiğinde biliriz.
O zaman anlarız ki O bizi sevgiden yarattı…
O’nu sevince O’nun her yarattığını da sever oluruz.
O’nun yarattığını sevmek bu anlamda O’nu sevmektir.
“Yaradılanı severiz Yaradan’dan ötürü”
O zaman geceleri de severiz gündüzler kadar, dertlerimizi de severiz sevinçlerimiz kadar.

Gündüzün ardından geceler gelir.
Gökteki yıldıza sırdaş olurum.
Aklıma Yunus’tan heceler gelir.
Kuzuya kurda kardeş olurum.

Kendimle baş edemediğimde, kendime kızdığımda bunlar gelir aklıma, kızdığım kimdir,
affetmediğim kimdir, affeden kimdir.Seven kimdir sevilen kimdir.
Ah bir bilebilsem kim olduğumu… zaten benim aradığım da O derim....
Ben hayalim O asıl... Ben Aslımı severim, Aslım da beni sever.
HALİM KÖK
....
Bir alıntı yazıyla bağlamak istiyorum konuyu..Sevgilerle, mutlu, huzurlu kalınız...
Hayat Eylül

NEDEN BEN?
Efsane Wimbledon'un ilk zenci Şampiyonu Arthur Ashe kan
naklinden kaptığı AIDS'den ölüm döşeğindeydi..
Hayranlarından biri sordu..
"Tanrı böylesine kötü bir hastalık için neden seni seçti?"
Arthur Ashe cevap verdi..
"Tüm dünyada 50 milyon çocuk tenis oynamaya başlar,
5 milyonu tenis oynamayı öğrenir,
500 bini profesyonel tenisçi olur,
50 bini yarışmalara girer,
5 bini büyük turnuvalara erişir,
50'si Wimbledon'a kadar gelir,
4'ü yarı finale,
2'si finale kalır.
Elimde şampiyonluk kupasını tutarken Tanrı'ya 'Neden ben?' diye hiç sormadım.
Şimdi sancı çekerken, Tanrı'ya nasıl 'Niye ben?' derim?.
Tanrı'ya asla 'Neden ben?' diye sormayın. Ne olacaksa olur.
(Alıntı)


http://hayateylul.blogcu.com/neden-ben_26321231.html


‘Niye Ben?’ – Senai Demirci


‘Niye Ben?’ – Senai Demirci

“Neden benim başıma geldi?” Bir tek musibet anında seslendiririz bu yakıcı soruyu. “Niye ben?” Hep başkalarına olurdu böylesi şeyler. Öyle olmasına öylesine alışmışızdır ki… Benim değil, “öteki”lerin başına gelir kaza. En fazla bir istatistik rakamı kadar önemsediğimiz uzak yabancılar eksilir hayattan. “Ben” dediğimiz dokunulmazdır. “Ben” öyle sıradan değil(im)dir. Olağan bir kaza haberinin o hep bildik “ölü sayısı” arasına sıkışmış sıradan bir rakam olamam “ben”. Başkası da olabilmesi ihtimali altı milyar kez yüksek iken, niye “ben”im o “biri”?

“Başka bir sürü yerde olabilecekken niye ille de burada çıktı bu yangın?” “Başka milyonlarca insan varken, niye sadece beni seçti bu kurşun?” “Başka sayısız saatler, dakikalar dururken, nasıl oldu da bu ana denk geldi kaza?” “Başka bir dolu seferde olabilecekken, niye bu sefer oldu bu arıza?”

Tuhaf bir yalnızlık içinde buluyor kendini insan başına o “şey” geldiğinde. Etraftaki olağan sesler düşmanlaşıyor, yabancılaşıyor. Araba uğultusu, yağmur şıpırtısı, cep telefonu sesi dalga geçercesine yalayıp geçiyor seni. Sen derin acılar içindeyken, hiçbir şey olmamış gibi yürüyen, kaygısızca konuşan, her günkü gibi koşturan insanlara gücenik bir edayla bakıyorsun: “Nasıl da rahat olabiliyorsunuz böyle? Aşk olsun!” Her şey ve herkes “başka”laşıyor o anda. Yarın senin cenazen olacak, sen eksileceksin sıcacık yuvandan, yavruların “Baba!” dediğinde ömür boyu cevap alamayacak. Ama büyütmeye gerek yok! Sen sadece bir “başkası” dahasın başkalarının gözünde. Bir “başkası”nın daha cenazesini göz ucuyla seyredecek başkaları. Sen uykusuz bir gecenin koynunda, bir yaprak gibi titrerken, başkalarına göre bir “başkası” olan sen sıradan acılardan bir acı yaşıyor olacaksın. Uyuyacak milyonlarcası. Sen ve yakınların gazetelerin üçüncü sayfasında kanlı bir habere konu olmuşken, başkaları katlayıp bir kenara bırakacaklar senin haberini. Başkalarının es geçtiği kadar lüzumsuz bir yer mi işgal ediyorsun ki yeryüzünde? Başkalarının hiç üzülmeyeceği kadar, hiç eksikliğini hissetmeyeceği kadar yersiz bir yerin mi vardı âlemde?

Bak işte, ölen “ben” de olsa, “ölenle ölünmüyor”muş. Hayat devam ediyor “ben”siz. Olmasan da oluyormuş meğer. Ne kadar dayanılmaz bir acı! Ne kadar ağır bir hakaret! “Olsa da bir olmasa da bir”mişim meğer. Ne kadar da aşağılandığını düşünüyor insan! Aslında o aşağılanmaya verdiğimiz tepkidir o soru: “Neden başkası değil de ben?” Daha açıkçası: “Niye ben seçildim?” “Ne isteniyor benden?” “Hak etmedim ben bu ‘ceza’yı!”

Hadi itiraf edelim: Kadere hesap soruyoruz. Yazgının iki yakasından çekiştiriyoruz. Hadi bir itiraf daha: Asıl derdimiz “kader”i takdir edenledir. Yani Yaradan’la karşı karşıya gelir aklımız. “Ben”i Vareden’e keseriz faturayı. Kafa tutarız. Dokunulmazlığımızın ihlaline isyan ederiz. “Ne istedin benden?” “Benim ne suçum vardı ki?”

Ne garip! Olumsuzlukların hesabı kaderden sorulur. “Ben” kendi ellerimle suç işlerim, hapse düşerim ama “kader mahkûmu” oluveririm. Ayağım kayar, günaha bulaşırım ama “n’edersin kaderime yazılmış” deyiverir, sıyrılırım. Şampiyonluğunu, birinciliğini, galibiyetini kadere “mahkûm” eden pek çıkmaz. Sevaplarını, iyiliklerini, biriktirdiklerini, başarılarını “kader”in hesabına yazdıran olmaz.

İyiliklerimiz kadere rağmendir sanki. Başarı, yazgıya başkaldırıdır. Başarılıysam “Niye ben?” sorusunu sormama gerek yok. Birinci olduysam, “Niye benim başıma geldi?” diye sızlanmak yok. “Başkaları”nın kazalarını hayatta kalmış biri olarak seyrediyorken, “Niye ben hayatta kaldım?” diye hesap sormak yok.

Değil mi?

Farkında değilim ama… Ben bana “ben” diyebiliyorsam, ne anlaşılmaz bir ayrıcalık içimdeyim! “Ben”i bir “başkası” da olabilecekken “ben” diye seçip Vareden’e hiç minnet duygum olmayacak mı? Pekâlâ başkaları içinde sıradan biri olabilirdim. Pekâlâ başkalarının “başkası” diye bile bilmediği, hiç hatırlanmayan, hatırlanmaya bile değmeyen bir “yok” olabilirdim. “Yok” olduğunun bile farkında olunmayan bir “şey”dir “yok”luk… Ben “ben” olmasaydım, niye ben olamadım diye hesap sorabilir miydim? “Ben” olmayışıma yanabilir miydim?

Ama hayret! “Ben” varım, var edilmişim. Varlığım yokluğuma “ben”den habersiz tercih edilmiş. Kimseler hatırımı saymazken, beni aramazken, eksikliğimi dert edinmezken, varlık sahasına çıkarılmışım, hatırım sayılmış, el üstünde tutulmuşum. Ben bile “ben” olmayı hesap edemezken, “ben” diyebileceğim bir insan olarak var edilmişim.

Hiç beklemediğim, hiç ummadığım bir iyilikti bu! Aynada yüzüme bakıyorum, kimsenin yüzüne benzemiyor. Meğer “biricik”mişim ben. “Bitane”ymişim beni “ben” olarak seçenin nazarında. Nasıl oluyor da, ben bana “ben” diyebiliyorum? Ya, ben bana “ben” diyemeyenlerden olsaydım? “Sen” diye hitap edilmeyi hak etmemiş olsaydım? Öyle olsaydı, hiç aşağılanmış hissedecek miydim? Kadere hesap sorabilecek yetkide görebilecek miydim kendimi?

“Niye ben?” diye kaybettiğimin hesabını sorabiliyorsam, hiç hesapsız kazandığım “ben” sayesinde sorabiliyorum… Ne garip? Hiç yoktan kazandığım “ben”imle kazanamadıklarımın da hakkım olduğunu düşünmeye başlamışım. Tuhaflığa bakın ki, borç aldığım “ben”imle kendimi alacaklı sayıyorum.

Asıl sürprizi görmüyorum: “Ben” bana sürprizim. Hiç ummamıştım “ben” diye/bilineceğimi… Hiç beklemiyordum “ben” diyebilenler arasına seçileceğimi… Ben beni “ben” bilmeseydim, ben “ben” olamayışıma ağlayabilecek miydim?

Ben şimdi burada soruyorum kendime:

“Niye ben?”

**

25 Eylül 2009 Cuma

Bitmeyecek kadar cok olsun hayâllerin.... (Arşivimden)

Bitmeyecek kadar cok olsun hayâllerin....

Bitmeyecek kadar cok olsun hayâllerin....

(Arşivimden)

Size bir şey sormak istiyorum, demişti... Hayalleriniz mi çok, yoksa hayal kırıklıklarınız mı? Ben de sana bir şey sorayım, dedim... Denizdekiler mi çok, yoksa kaçırdığın balıklar mı?

* Denizde, kaç balık olur? Ama oltan, bir tanedir! Yani, sayısız balık arasından yakalayabileceğ in miktar sınırlıdır... Oltan bir tanedir; Ama deniz balık doludur! Yani, sayısız balık arasından yakalayabileceğ in miktar sana bağlıdır...

* Tarlaya kürek batırmak gerçektir; fakat tohum atmak hayal... Denize kova daldırmak gerçektir; fakat olta atmak hayal...

* Hayal kırıklıkları olmasa, hayallerin kıymeti olur muydu? Senin çaban, bunun için kıymetli; alın terini değerli kılan, bu... İyi ki, balıklar gibi deniz suyunda beslenmiyorsun da; balık tutman gerekli... İyi ki, solucanlar gibi besinin toprak değil de; toprağın cevabını bekliyorsun. ..

* Hayâller balıklar kadar çok; fakat oltan bir tanedir veya iki tanedir yahut birkaç tanedir... Peki ya hayal kırıklıkların?.. Dilerim ki çok olsun ve çok kırılsın hayallerin, dökülsün yaşı gözlerinin. Çünkü bu senin zenginliğindir, bu senin öğretmenindir, bu senin gücündür, ısrarındır, sabrındır... Yarına kalıcılığındır...

* Çok korkardım; ilk atışında bir kör balık yutsaydı oltandaki iğneyi?.. Ya ikinci atışında da topal bir balık düşseydi oltanın üstüne?.. Ya olsaydı bunlar ilk denemelerinde?

* Bir bebeğin yürümesi; sayamayacağın kadar çok düşmesiyle mümkün! Hiç kimse, ilk taytay duruşundan sonra rap rap adım atmaya başlamadı... Şu an yürümekte olan herkes önce düştü; sonra gene düştü ve ardından tekrar düştü ve sonra bir daha düştü, bir daha ve on defa ve yüz defa daha düştü, öyle değil mi?.. Sen neden farklı olasın? Sen niye imtiyazlı olasın da hiç kimsenin elde edemediğine sahip olasın?

* Eleğin ve eleği sallayışın ayırır hayal ile hayal kırıklığını, devam et! Oltayı atışın, iğneyi bağlayışın, yemi takışın ve hatta kenarda duruşun bile tesir eder, balığın seni seçmesine... Fakat hep öğrenirsin, her defasında yine ve yeniden öğrenirsin...

* Hayal kur, çalış, başarama... Hayal kur, çabala, ulaşama... Hayal kur, didin, kavuşama... Hayal kur, yorul, yetişeme... Hayal kur, koş, varama... Hayal kur, ümitlen, elde edeme... Hayal kur, devam et... Hayal kur, devam et... Hayal kur, devam et... Çünkü senin işin bu; Hayal kuracaksın ve devam edeceksin... Durmayacaksın. .. Yılmayacaksın. .. Öyle çok tekrar edecesin ki işini; artık bıkacak sana sataşmaktan, seninle zaman harcamaktan başarısızlık!..

* Bir insanın yapacağın en büyük hatalardan biri ne, biliyor musun? Ya tutamazsam, diyerek; denize olta atmaktan vazgeçmek! ....

Dilerim çok kırılsın, ama kırılmakla bitmeyecek kadar da çok olsun hayâllerin!

Alıntı

Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek (Arşivimden)

Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek

"Âşıklar sadece daha iyiyi umut etmeyi değil, onu yapmak için çaba göstermeyi de öğrenirler. Aşkı sıradan şeylerin tutsağı yapmak, onun tutkusunu almak ve onu sonsuza kadar yitirmek demektir."
"Gerçek sevgi, kimin daha kârlı çıkacağını düşünmeden bir insana vermeyi düşünmektir."
"Engellere üzerinden aşılacak fırsatlar olarak bakarsak sadece çözüm bulmakla kalmayız, kendimizin genel sorun çözme yeteneklerini de artırırız."
"Sevgi yetişmek için en verimli toprağı sunar bize. Sevgi eski yaralarıaçmak değildir; onları kapatmaktır. Ayağa kalkıp yaşamaya devam etmek demektir."
"Kalp; tutkularımızın yaşadığı yerdir. Çok narindir, kolayca kırılır, ama inanılmaz derecede esnektir. Kalbi aldatmaya çalışmanın anlamı yoktur. Onunyaşaması bizim dürüstlüğümüze bağlıdır."
"Yaşam sevgiyle de korkuyla da yürütülse her zaman bir serüvendir. Korku yaşamın sınırlandırılmasıdır hayırdır. Sevgi yaşamın özgürlüğe kavuşturulmasıdır. EVET deyin."
"Derdin ne kadar oturmuş, görünüşün ne kadar umutsuz, yanlışın ne kadar büyük olduğu hiç fark etmez. Sevgiyi yeteri derecede anlamak hepsini yok edecektir."
" Olgun insan pek çok yol, pek çok çözüm ve pek çok sonuç olduğunu bilir.
Sevgi kusursuzlukta ısrar etmez. Ama kim olduğumuz ve nasıl davrandığımız arasındaki önemli ilişkiyi fark etmemizi gerektirir."
"Ne kadar akıllı yada duyarlı olursa olsun herkesin yanlışlık yaptığını ve her halde de yapmaya devam edeceğini görüp bilmek rahatlatıcı bir şeydir. O yüzden neden kusurlarımızı kabul edip insan soyuna katılmıyor ve rahatınıza bakmıyorsunuz?"
"Kendilerine inananlar ve yaşadıkları ana güvenenler yaşamı en keyifli bulanlardır. Bunlar, geçmişin pişmanlılar değil anıları depolayacak, bir yer olduğunu ; geleceğin korku değil umutla dolu olması gerektiğini öğrenmişlerdir. Ve bizim sadece günümüze ihtiyacımız vardır."
"Sevmekle geçen bir yaşam; asla sıkıcı olmayacaktır."
"SENİ SEVİYORUM demekten asla bıkmayın ve sakınmayın."
"Sadece kalp için hasat zamanı yoktur. Sevgi tohumu sonsuza dek yeniden ekilmelidir."

Leo Buscaglia

20 Eylül 2009 Pazar

Her Gün Bayram...


HER GÜN BAYRAM

Zamanla anlıyor insan:

3-4 güne sıkışmış bir tatilden öte bir şey bayram...

Hayata rasgele serpiştirilmiş ilahi ikramlar,

kıymet bilen kullara her daim bayram yaşatır.

Slaytı kendi akışında ve sesli izleyiniz.

Nefes almak bayramdır mesela;

günün birinde soluksuz kalınca anlar insan...

Görmenin nasıl bir bayram olduğunu karanlık öğretir;

sevmeninkini yalnızlık...

Sızlamayan her organ, hele de burun direği bayramdır.

Bayramdır, elden ayaktan düşmemek, zihinden önce bedeni kaybetmemek, kurda kuşa yem olmayıp

"Çok şükür bugünü de gördük" diyebilmek...

Sevdiklerinle geçen her gün bayramdır.

Küsken barışmak, ayrıyken kavuşmak, suskunken konuşmak bayramdır.

Bir kitabı bitirmek, bir binayı bitirmek,

bir okulu bitirmek, kâbuslu bir rüyayı,

kodeste ağır cezayı bitirmek bayramdır.


Yoğun bakımda sancılı geceyi ya da kangren olmuş

bir ilişkiyi bitirmek de öyle...

Vuslat da bayramdır öte yandan...

Endişe içinde beklediğinden mektup almak,

telefonda ansızın sesini duymak,

deli gibi burnunda tütenin boynuna sarılmak bayramdır.


En acıktığın anda dumanı tüten bir somunun

köşesini bölmek, korktuğunda güvendiğine

sarılabilmek, dara düştüğünde dost kapısını

çalabilmek bayramdır.


Bir sürpriz paketinden çıkan hediye, tatlı bir şekerlemede üstüne serilen battaniye,

saçlarını müşfik bir sevgiyle okşayan anne bayramdır.

"Ona güvenmiştim, yanılmamışım"

sözü bayramdır.

Hiç aldatmamış, aldanmamış olmak bayram...


Yeni bir sözcük öğrenmek,

bir tünelin sonuna gelmek,

müzmin bir işin kapısını çarpıp

uzun bir yola çıkıvermek bayramdır.

Zorluklara tek başına göğüs gerebilmek, gereğinde haksızlığın üstüne yalın kılıç yürüyebilmek bayramdır.


Yeni eve asılan basma perdeler, alın teriyle kazanılmış ilk rızkın konduğu çerçeveler, yüklü bir borcun son taksiti ödenirken sıkılan eller bayramdır.


Evde yalnızlığı noktalayan insan nefesi,

akşam kapıda karşılayan yavuklu busesi,

sevdalı bir elin tende gezmesi,

nice adağın ardından çınlayan çocuk sesi bayramdır.


Sonrasında gelen ilk diş bayramdır,

ilk söz bayram, ilk adım,

ilk yazı, ilk karne bayram...

Güne gülümseyerek başlamak bayramdır.


"İyi ki yanımdasın" bayram,

"Her şeyi sana borçluyum" bayram, "Hiç pişman değilim" bayram...

Evlatların mürüvvetini görebilmek, eve dolu bir torbayla gidebilmek, konu komşuyla yarenlik edebilmek, akşamları eskimeyen bir keyifle çay demleyebilmek bayramdır.

Zamanı donduran eski fotoğraflara nedametsiz bakabilmek, altı çizilmiş eski kitapları aynı inançla okuyabilmek, yol arkadaşlarının yüzüne utanmadan bakabilmek bayramdır.

Alnı açık yaşlanmak bayramdır; ulu bir çınar gibi ayakta ölebilmek bayram...


Bunların kadrini bilirseniz, kıymet bilmeyi öğrenirseniz

her gününüz bayram olur.

Meraklanmayın, öyledir diye size deli demezler.


Deseler de böyle delilik, bayram artığı günlerdeki nankör akıllılıktan evladır.

Her gününüz bayram olsun!
Can Dündar

19 Eylül 2009 Cumartesi

Arife Sevinci...Fatih Yavuz Çiçek

Arife Sevinci...Fatih Yavuz Çiçek


Arife Sevinci (Link)

"biz çocukluğumuzu geçmiş zaman masallarının gerçekliğinde bırakıp geldik-Esat Selışık"

naftalin kokulu
sevinçler toplanır
işporta’dan

alaca gölgeli müşfik düşlerde
madeni gülüşler bozdurulur gün boyu
kadere kısmet göz kararı
seçip alınır
allı morlu tüm kadife kuşları

sırma saçlı bez bebekler
s
erçe göğüslerde sarılır kundağa
başucunda hevesle yatılan poplin gömlek
cevizli baklava tadında bir rüya

kınalı yastıklardan duyulur
sabâ makamında okunan ezanlar
ve çift sarılı yumurtayı kırınca anneler
tereyağı dumanlı tarhanada
o telaşla beklenen cevahir zaman başlar

-harçlık ülkesinde harç olmak-

berhudar olun emi
berhudar edersiniz çocuklar

FYÇ

Edebistan E-Dergi Aralık 2007

Fatih Yavuz Çiçek arkadaşımızın bir şiirini paylaşmak için bundan daha iyi bir zaman az bulunur. Bana da yalnızca yayınlamak düşer... Öylesine güzel anlatmış ki, geçmiş bayramların dumanı tütüyor burnumda... O güzel duyguları, Bayram ruhunu kaybetmeyelim hiç, ne olur... Üç- beş günlük bir tatil, bir yerlere kaçma fırsatı olmasın Bayram deyince ilk aklımıza gelen...

Her günün-m-üz bayram olsun!


Bayram ruhu hayatımızdan eksik olmasın sevgili dostlar... : ))
Sağlıklı- mutlu- umutlu, sevgi dolu, paylaşım dolu... NİCEEE MUTLU BAYRAMLAR A...
Hayat

18 Eylül 2009 Cuma

17 Eylül 2009 Perşembe

Doğum Günü'mde düşündüklerim...

Doğum Günü'mde düşündüklerim...

http://hayateylul.blogcu.com/dogum-gunu-mde-dusunduklerim_51440801.html



" 'Hayat aynası'na gülümseyerek bakın.' derim hep,karşılığında gördüğünüz gülümseyen bir çehre olacaktır.Nasıl bakarsanız , öyle görürsünüz..
Hayır,Polyanna'cılık oynamıyorum!..
Belki evin en küçük çocuğu olduğumdan,ayrıca yaşımın üzerinde bir olgunluk ve sorumluluk bilinci taşıdığımdan, hayatımın her evresinde,hemen her alanda, çok büyük bir sevgi,ilgi ve onay yumağıyla kuşatıldım ben...Elimden geldiğince de karşılığını vermeye,bu ilgi ve güvene lâyık olmaya çabaladım.
Hayat dümdüz değil,sürekli gündüz de değil derim ben..Ancak ,unutmayalım ki karanlıklar aydınlığa,geceler sabaha kavuşmaya mahkûmdurlar!...Hatırlayalım mı, bakalım başka neler söylenmiş bu konuda:

Her yokuşun, var inişi
Elbet birgün güler kişi
Mutluluk bir sabır işi
Gönül sabreyle,sabreyle!..

Gün Eksilmesin Penceremden

Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
sonra bu kuş,bu bahçe,bu nur.

Ve gönül Tanrısına der ki:
-Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm,yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!

Cahit Sıtkı Tarancı

Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç fark ettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yasa gelince anlarmış.

Aynı Cahit Sıtkı üstad, böyle de demiş, " Otuzbeş Yaş" şiirinde, beni çok etkileyen dizelerinde...
Yaşadıklarımdan Öğrendiğim Bir Şey Var

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği

İnsan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya

Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin

İnsan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
İnsan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına

Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiçbir seyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın

Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı

Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.

Ataol Behramoğlu

"Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı "

Fazlasıyla katılıyorum bu dizelere..
Geçenlerde, belgesel türdeki bir programda altın cevherinin serüveni konu ediliyordu.Dışarıdan bakıldığında , sıradan kaya parçalarının "altın" a dönüşüm serüveni..
Unutmuş olduğum bir bilgi tazelendi bu sırada :
Cevher,açığa çıkma aşamasında SİYANÜR le muamele ediliyordu..
Kabul ediyorum ki, İNSANI DA OLGUNLAŞTIRAN,ÖZÜNDEKİ CEVHERİ AÇIĞA ÇIKARTAN, YAŞI DEĞİL,YAŞADIKLARIDIR.!!!
Öyleyse, yeri geldiğinde acılarımızı da yüreklice yaşayalım!.. "

...
demişim bir kaç yıl önce yazmış olduğum bir yazımda...

Bugün, doğum günüm ve diyorum ki ek olarak, kısaca:

"Bugün doğum günüm ve ben artı ve eksilerimle kendimi ve çevremdeki herkesi, âlemi seviyorum.Hatâlarımı hoşgörmeyi ve olabildiğince başkalarında da hatâ görmemeyi öğrenebilmek, herkesi olduğu şekliyle, Yaradan' dan ötürü sevmek!...48. yaşımda bu duyguları hissetmek...
Güzel bir yorum, paylaşayım istedim ancak 'Mâzi kalbimde yara olmamalı' Her şeye rağmen 'güzeldi' , güzellikler de barındırıyordu.

Link olarak 'Mâzi kalbimde bir yaradır' ı vermek istemiştim. Blogspot'un sıkıntısı nedeniyle biçimlendirme yapamadım.Yine de ekleyeyim.
Benim için dinlesin dileyen olursa...
Sevgiler...
Hayat/Hatice

14 Eylül 2009 Pazartesi

Kapat Gözlerini...


Öncelikle seçtiğim iki yazının linkini vereyim, değerli iki arkadaşımdan:

Yunus Emre’nin sevgi anlayışı

Aşk Olgunluktur



Bir de Çok sevgili arkadaşım, geldiğim ildeki diğer yan komşum, yirmi yıllık arkadaşım (belki de fazla), dost deyince ilk aklıma gelenlerden, sevgili Hatice'mden gelen bir mail..
Onu da anlatmaya çalışacağım size bir gün, kelimeler âciz kalsa da...
Mailleri her zaman bir meltem gibi okşayıverir ruhumu, ismini gördüğümde bile kocaman ve sıcacık bir gülümseme yayılıverir yüzüme...
Ondan uzaklaşmış olsam da mailleriyle yanımda hep, birtaneciğim!... :))

Kapat Gözlerini...

Günün birinde yolu bir dergâha düşen kendi halindeki adam, dergâhta, bir Mevlevî ile bir Bektaşî'nin oturmuş sohbet ettiklerini görünce dayanamaz ve yanlarına yaklaşır. Kendini tanıtır ve dergâhı merak ettiğini, nasıl zikir edildiğini izlemek için geldiğini söyler.
Mevlevî ve Bektaşî erenleri başlarlar adama çeşitli nasihatlerde bulunmaya, her biri kendi yolunu mümkün olan en tatlı dille anlatmaya çalışırlar. Zavallı adam bir yandan onları dinlerken, bir yandan da gözleri onların giydikleri giysilere takılır. Mevlevî'nin giydiği kıyafette kollar o kadar geniş ve uzundur ki hem içine üç kişinin birden kolu sığabilir, hem de uzun olduğu için yalnızca kolları değil, elleri de örtmekte, kapatmaktadır. Bektaşî'nin giydiği kıyafette ise tam tersi bir durum vardır. Elbisenin kolu daracıktır, neredeyse tene yapışmıştır; üstelik kısa olduğu için, eller ta bileklere kadar açıktır.
Bu duruma hayret eden adam, sebebini öğrenmek ister. Büyük bir merakla, önce Mevlevî'ye sorar: "Pirim, kıyafetinizin kolları neden o kadar geniş ve uzun? Bunun özel bir sebebi var mı?" Mevlevî hiç beklemediği bu soru karşısında oldukça şaşırır. İki kolunu da biraz yukarıya kaldırır, sonra ellerini birleştirerek kollarını daire şekline getirir ve şöyle der:
"Evet, özel bir sebebi vardır. Çünkü biz insanların günahlarını, ayıplarını, kusurlarını örteriz.
Başkaları görmesin diye üzerini kapatırız. "
Yanıttan oldukça hoşnut olan adam aynı merakla
bu kez Bektaşî'ye döner: "Peki siz, pirim? Sizin kıyafetinizin kolları neden bu kadar dar ve kısa? Siz insanların günahlarını ve ayıplarını örtmez misiniz?"
Bektaşî kendi kollarına bakar, birkaç saniyelik bir dalgınlıktan sonra gülümser ve adama bakarak şöyle der:
"Biz mi? Bizim geniş kıyafetlere ihtiyacımız yoktur. Çünkü biz insanların günahlarını ve kusurlarını görmeyiz. "Etrafındaki insanlar, kim olursa olsunlar, eşin, hayat arkadaşın, çocukların, anne ve baban, kardeşlerin, komşuların, arkadaşların, hatta hiç tanımadıkların, fark etmez, kusurlarını inceleme,günahları nı ve ayıplarını görme.
Kapat gözlerini. Görürsen, şâhid olursan, denk gelirsen, karşılaşırsan, tesadüfen yakalarsan bakma. Kapat gözlerini. Bakarsan illa ki görürsün. Baktığın için görüyorsun. Sen bakma, çevir bakışlarını. Kapat gözlerini. Kapatırsan görmezsin, görmezsen kötü düşünmezsin, güzel düşünürsen seversin. Görsen bile, yakalasan bile, öğrensen bile yine de sevmeyi dene. İnsan kusurları ve ayıplarıyla insandır. Seveceksen öylece sev. Ne kusursuz insan ara, ne de insanda kusur. Birincisini zaten bulamazsın, ikincisinde ise, bulduğun her kusur, öğrendiğin her ayıp sahibini değil, seni çirkinleştirir.

Her iki arayışın da seni mutsuz eder, inan bana. Birincisini bulamadığın için, ikincisini ise bulduğun için mutsuz olursun. Oysa sen mutluluğu arıyorsun, aslında. Arıyorsun ama yanlış yerde.


Mutluluğun sırrını veriyorum, mutlu olmanın formülünü anlatıyorum sana: Kapat gözlerini. Ne kadar az görürsen o kadar mutlu olursun. Ne kadar az bilirsen o kadar huzurlu olur için. Bakma, görme, arama. Kapat gözlerini Kapat gözlerini.

Kim o, deme boşuna...
Benim, ben.
Öyle bir ben ki gelen kapına;
Baştan başa sen.

Özdemir Asaf

13 Eylül 2009 Pazar

Hayata Dair Düşündüklerimden...

..::*Hayata dair düşündüklerimden..

Hayatı kaybetmenin kıyısına yaklaşanlar, onu daha iyi tanırlar.
Friedrich Nietzsche


Korkarak yaşarsan hayatı yalnızca seyredersin.
Friedrich Nietzsche


Beni yıkamayan herşey beni güçlendirir.
Friedrich Nietzsche


İnsan da ağaca benzer, ne kadar yükseğe ve ışığa çıkmak isterse,
o kadar yaman kök salar yere, asağılara, karanlıklara, derinliğe, kötülüğe...
Friedrich Nietzsche


Bilginin her türü ıstıraptan gelir. Sefahat, duraklamak ve geriye bakmamak eğilimindedir, oysa acı hep nedenleri sorar. insan ağrIlarda incelir. Sürekli kurcalayan, törpüleyen acı, ruhun toprağını altüst eder. Yeni düşünce meyveleri için gerekli havalandırmayı sağlayan da bu altüst oluştur.
Friedrich Nietzsche


Güller, laleler, bütün çiçekler solar. Çelik ve demir kırılır, ama sağlam dostluk ne solar ne de kırılır.
Friedrich Nietzsche


Küçük üzüntüler konuşurlar, büyük dertler dilsizdir.
Nijerya Atasözü


Yalan, dört nala gider; gerçek, adım adım yürür fakat, gene de vaktinde yetişir.
Norveç Atasözü



..::*Hayata dair düşündüklerimden..

Bir Bilgeye Sormuşlar...

Bir bilgeye sormuşlar:
"Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?
"Terzimi severim," diye cevap vermiş.
Soruyu soranlar şaşırmışlar:
"Aman üstad, dünyada sevecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor?
O da nereden çıktı? Neden terzi?"

Bilge, bu soruya da şöyle cevap vermiş:


"Dostlarım, evet ben terzimi severim. Çünkü ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır. Ama ötekiler öyle değildir. Bir kez benim hakkımda karar verirler, ölünceye kadar da, beni hep aynı gözle görürler.
************


Bir bilgeye sormuşlar:
- Bir insanın zekasını nereden anlarsınız?
- Konuşmasından.
- Ya hiç konuşmazsa?
- O kadar akıllı insan yoktur ki!..
************


Bir bilgeye nasıl bu kadar doğru kararlar alabildiğini sormuşlar, "Deneyim"demiş. O deneyimi nasıl kazandın, diye sormuşlar "Hatalarımla" demiş
************


Bir bilgeye sormuşlar:
Efendim canınız ne istiyor? Bilge cevaplamış:
Canım hiçbir şey istememeyi istiyor.. ve devam etmiş..
Bu ruh halinin adı gönül yorgunluğudur. .
************


Bir bilgeye " Nasıl insan oluruz?" diye sormuşlar ya.
"Üç adım atlama" gibi bir cevap vermiş bilge kişi:


Önce sana kötülük yapanlara kötülük düşünmemen gelir,
İnsanlığa attığın ilk adım budur…

Sana kötülük yapanlara iyilik
yapabildiğin an ise ikinci büyük adımı atar ve hakiki insan olmaya
başlarsın.

Nihayet, sana iyilik yapanla kötülük yapan arasında bir fark hissetmeyecek hale geldiğin zaman insan olursun..!



************
Bilgeye sormuşlar dünya da en güzel şey ne diye?
´Sevmek´
demiş…
Peki sonra? demişler…
´Sevilmek´ demiş…
Peki neden sevmek sevilmekten önce geliyor? demişler…
O da demiş ki
´insan sevdiğine sevildiğinden daha çok emindir…

************


Bilgeye Sormuşlar;
~ insan neden dilek diler?

~ insan gerçekleşmesi için diler, ama bilmez ki gerçekleştirmek için dilemek gerek.

************

Bir bilgeye sormuşlar en mutlu insan kimdir. İşte o dağdaki çobandır demiş.
Neden diye sormuşlar.

Çünkü demiş insan bildikleriyle yaşar, onun bildikleri koyunları ve çevresiyle sınırlı kendisini mutsuz edecek veya kafasını karıştıracak fazla bir bilgiye sahip değil.

************ *****

Sen gülerken yanındakiler de güler,
Ama ağlarken yalnız ağlarsın,

Onun için öyle bir ağaca yaslan ki,
Asla yıkılmasın.
Öyle bir dost edin ki,
Seni asla bırakmasın.
Öyle bir sev ki yüreğinden kimse ayırmasın,
Ve öyle birini sev ki seni gözleriyle bile aldatmasın…


Dört mum

Bir odada dört mum sessizce yanıyordu. O kadar derin bir sessizlik hüküm sürüyordu ki odada, aralarındaki fısıltı şeklindeki konuşmalar bile rahatlıkla işitiliyordu.

Birinci mum " Ben Barış'ım!" dedi. Ancak kimse benim sürekli yanık kalıp, etrafıma ışık saçabilmeme yardımcı olmuyor. Artık sönmek üzereyim.... Ve sessizce karanlığa gömülüverir......

İkinci mum " Ben İman'ım!" der. Ama artık gerekli olduğuma inanmıyorum.... Yanık kalmamın da bir kıymeti kalmadı, diye eklerken hafif bir esinti ışığını söndürüverir.

Üçüncü mum " Ben SEVGİ'yim" ama etrafıma ışık verecek gücüm kalmadı. İnsanlar beni hep kenara itiyorlar. Kendilerine en yakın olanları bile sevmemeye başladılar. der ve sessizce söner gider SEVGİ mumu.....

O sırada içeri aniden bir çocuk girer. Üç mumun söndüğünü görünce sebebini sorar ve niçin sonuna kadar yanmadıklarına hayıflanarak ağlamaya başlar.

Dördüncü mum, yumuşak ve yatıştırıcı sesi ile çocuğa ağlamamasını söyler. "Korkma ben etrafıma ışık saçtığım sürece diğerleri yeniden yanarlar ve onlar da aydınlatmaya devam ederler. Zira ben UMUD'um!" Gözleri parlaya çocuk umut mumunu alır ve diğerlerini SEVGİyle teker teker yakar.


İçinizdeki umut mumunun saçtığı ışığı asla söndürmeyin. Küçük çocuk gibi diğer sönmek üzere olan üç mumun da sürekli yanık kalmaları için çaba harcayın......