5 Temmuz 2008 Cumartesi

Nostalji...


Arkadaşlar, Bu hafta çocukluk zamanlarını hatırlatacak , bizi nostaljik bir yolculuga çıkartacak yazılar bekliyorum.Özellikle 70 ve 80 li yıllarla ilgili unutamadıklarınız ,o dönemlere ait hatırladığınız oyunlar , ünlüler , şarkılar ,filmler vb. daha pekçok konuda aklınıza gelenler...
Ne çok anımız var değil mi şöyle bir geriye dönüp baktığımızda..
En çok da neyi özlüyorum, biliyor musunuz? İnsanların birbirleriyle 'selâm versem borçlu çıkar mıyım?'..endişesine kapılmadan konuşup-söyleştikleri, bir fincan kahve ya da bir bardak sıcak çayın yanına belki sadece bisküvi katarak ya da sadece o güzelim sohbetlerini ekleyerek geçirdikleri akşam oturmalarını, tadına doyamadığımız sokak oyunlarını -evet evet.. video oyunu değil, internet, chat hiç değil, bizim gerçek arkadaşlıklarımız vardı ve doyumsuz güzellikte oyunlarımız..
Yanaklarımız al al olurdu oynarken, nasıl da zevk duyardık, evlere girmek istemezdik..
Yoktu böylesi bitmek bilmez hırslarımız, paylaşma, dayanışma, yardımlaşma vardı.Önce TV geldi insanları birbirinden koparan, şimdiyse internet ve bilgisayar..Öyle ki yeniden dostluklar kurma adına teknolojiden medet umar olduk.. Şartlar böylesi gelişti..Sizleri tanıdığım için mutluyum arkadaşlar..Teknoloji talan ettiği onca şeyin bedelini ödeyemez ama bu şekilde de olsa katkı sağlasın, kopardığı insanları sanalda da olsa biraraya getirsin, düşünceler fikirler paylaşılsın, yalnızlıkla da oluşmuşsa yaralarımız, yol göstersin bunların telâfisi yönünde hiç değilse..Bu konuda anlatılacak çoookk şeylerimiz vardır emînim, sevdiklerimiz, duygulandıklarımız, hatırladıkça bir hoş olduğumuz nice anılarımız..Yazmaya devam, ben de yazacağım, sevgilerle kalın.. Hayat

***
Aşağıda iki şiirini alıntıladığım Sn. F.Yavuz Çiçek beyefendiden de konuya ilişkin yazılar beklediğimi belirtmek isterim.İlginçtir, şiirini ilk alıntıladığımdan bu yana bir yılı aşkın süre geçmiş ve bir yorumda bulunması, ardından blogunu ziyaretimle tanıyorum kendisini bir ölçüde de olsa..Bâzı şeylere özlem duyduğumuz her ikimizin de dillendirdiği bir gerçek.Herkesten hoş anılar görebilmek mümkün, güzel de olurdu aslında..Ne dersiniz? Kalem tutan eller, daha başlamadınız mı yazınızı hazırlamaya? : ))
Bir süreliğine nete fazla giremeyeceğim, düşünsün herkes bir şeyler..
Hadi, kalemler ele, başlıyoruz... : ))
Sevgiyle...Hayat



Geçmiş Zaman Olur ki, Hayâli Cihan Değer...
Eski bayram kokuları...Can Dündarın güzel bir yazısından alıntı yapmak istedim.Sanırım bu geçmişe özlem her zaman olacak ,geçmişte de oldugu gibi.
Ah nerde o eski bayramlar ...
"Modernleştikçe" uzaklaştık çokları gibi biz de... Tek sobanın etrafına kümelenip sohbet etmeler bitti. Kaloriferle ısı odalara yayılınca, sohbetlerin keyfi de dağılıp gitti. Yer sofrasından masaya terfi edilince tadı kaçtı yemeklerin... Telefonda "görüş"ür olduk, "görüş" mesafesinin dışından...
Eski bayramlar, "tatil" oldu.
* * *
Kapıda ramazan davulcusudur;

bakkalda Arap kızı sakızı,
sokakta lak­lak ve çatapat...
Bilyede "müselles", "lik"te tumba...
Tozlu tarlada tek kale maçtır,
"Oğlum daha yeni almadık mı papuçlarını!" nakaratı eşliğinde oynanan...
Badem şekeridir bayram;

kolalı beyaz mendil ve yandan ayrılmış saçta bir avuç kolonya kokusu...
Büyük Sinema'da "Taşa Saplanan Kılıç "tır, bir türlü çıkarılamayan... ya da televizyonda
"Bizim Sokak"ın siyah-beyaz dedesi, oyuncak yapan...
Kevser anneannemin bahçesinde silkelenen duttur, Ülkü'yle büyüğünü kapmak için didiştiğim... Abduş dayımla uçurtma uçurmaktır, Mustafa dayımdan para aşırmak... Gülsüm teyzemle eğlenip, Perihan teyzemle dertleşmektir.
Öğleyin önce un serpilip yoğrulan, sonra oklavayla açılan hamurun, tencere kapağı marifetiyle yarım aydan çiğ böreklere dönüşmesini merakla izlemek ve içine gizlice konan bakır 5 kuruşa ulaşma umuduyla özenle çiğnemektir.
Rahmetli Nuri dedemin kucağında "Mebus olursun inşallah" duasıdır, mebusun ne olduğunu bilmeden dinlediğim...
Taşlık sofada yer minderidir, ipten salıncakla inatçı bir sinek vızıltısı eşliğinde deliksiz öğle uykusu...
* * *
Bu sabah, o eski bayramların kokusu geliyor burnuma, tütüyor burnumda...
Yaşlanıyorum galiba...
O bakırdan 5 kuruşun, peşinde değilim...
Mendiller kolalanmasa da olur, saçlar kolonyalanmasa da...
Lakin sevgiler ertelenirse olmaz... Sevmenin değer vermek, kıymet bilmek, hatır sormak, yardıma koşmak, kapı çalmak, dua almak olduğunu anladım. En çok ondan özlüyorum geniş aile sofralarını...
Ölen eski bayramlar değil aslında; eski duyarlılıklar...
Onları yaşatabilsek, bayramlar da yaşar.
sevdayı, vefayı başka bayrama ertelemeyin.


Geçmiş Zaman Olur ki, Hayâli Cihan Değer...
Vefasızlıktan" mı böyle olduk?
"Hayırsızlıktan" mı?
Hayır, basit bir nedenden:
Son 100-150 yıl içinde yaşadığımız hayat tümüyle kuşattı bizi...
Sanayileştik, modernleştik, tüketimle, para kazanma hırsıyla tanıştırıldık.
Daha iyi yaşayabilmek, daha çok harcayabilmek için daha çok çalışmamız gerekti. Gündelik yaşamın temposu arttı. Mesai saatlerimiz uzadı.
Boş vakitlerimizin bile kontrolünü yitirdik.
Geleneksel hayatın ağır ve asude akışı kayboldu.
Geniş aile parçalandı.
İnsancıl ilişkilerin sıcaklığı, yeni hayatın mekanik dişlileri arasında un ufak oldu.
Hoyrat bir koşuşturmaca içinde kimse kimsenin halini sormaz, halinden anlamaz hale geldi.
Niye sadece "gelişmiş" ülkelerde yaşlılar için bakımevleri var sanıyorsunuz?..
"Gelişmenin bedeli" bu terk edilmişlik...
Durum böyleyken biz bu finali değiştirebilir miyiz?
Zor, ama yapabilirsek, bence değişen sadece şeker alışverişi olmaz...
Bizi yalnızlığa iten , tamamen maddileşen insan ilişkilerini de değiştirmek gerekir.Yani insanı hapsolduğu dişlilerin arasından çıkarıp gerçekten özgürleştirmekten geçiyor.
"En güzel günlerimizin, henüz yaşamadıklarımız"olması dilegi ile...






söz ve müziği necip celal andel'e ait olan muhteşem bir tango.
bir hakikat anlattı ki her insan

yalnız bir kere severmiş
andıkça o sevgiyi zaman zaman
çok izdırap çekermiş
sevgi coşkun sel gibi akar geçer

arar gönüllerde bir yar
sonra taşar herkes içer
genç olsun ister ihtiyar
geçmiş zaman olur kihayali cihan değer

bir an acı duyar insan belki sevmişse biraz eğer
anlar ki geçenlerin rüyamış hepsi meğer

rüya olsa bile o günlerim hayali cihan değer
ruhlara neşe gelir için için o günler

hatırlanırsa avutur gönülleri bir an için o an hayalde olsa
sarınca hayal bizi baştan başa

doğar sanki kalplerde nur gönül işi bakmaz yasa
hayat birden neşe bulur

Geçmiş Zaman Olur ki, Hayâli Cihan Değer...

Konuşmanın Tılsımı
Farkında mısınız ?
Bir araya gelmeyi unuttuk
Konuşarak anlaşmanın
Dinleyip,konuşmanın tılsımını kaybettik
Teknolojiye mağlup
Gürültülü sessizliğe esir olduk
Köylerimiz vardı şimdi uzakta kalan
akşamın kızıllığı çökünce
karanlığa bürünen
İçinde evlerimiz vardı
kerpiç duvarları beyaz badanayla sıvanmış
yer sofralarında renkli patiskalar serilen
etrafında çoluk çocuk
Ana,baba
Dede,nene oturduğumuz
Oturup konuştuğumuz..
.Lambalı radyoda ajansı bekler
yurttan sesler korosundan türküler
Hamiyet Yüceses' ten şarkılar dinlerdik
Komşularımız vardı,bize gelip giden
Bizim komşularımıza gidilen
Oyunlar oynardık akranlarımızla
isim-şehir,amiral battı
yüzük kimde,bilmece bildirmece
konuşurduk...konuşarak ne güzel anlaşırdık
Bir araya gelince
Biz eskiden böyle daha mutluyduk...
Fatih Yavuz Çiçek


Varolmayı Ezdirdik
Geçmiş zamanlarda
böyle değildi varolmak
yaşamanın anlamı
insan olmanın onuru vardı
küçücük şeylerde bile yakalanmış
mutluluğun zarifliği vardı
evde,sokakta,yolda
hayatın bizimle olan her anında...
Şimdi akıp giden bu devranda
anlaşılmaz değer yargıları
çözülmeyen kısır döngü yumakları var
başkalaşım kayaları gibi
farkına bile varmadan değiştik...
Tutkular,ihtiraslarbitip tükenmek bilmeyen istekler
omuz omuza yürüyor karşımızda
ihanetle,günahlar
hepsi üst üste yığılmışlar
Yazık...nasılda yazık...
kendi ellerimizle ezdirdik
kendimizden kopuşa karşı varolmayı...
Fatih Yavuz Çiçek


& 30'lu ve 40'lı Yaşlardakiler İçin Bir Özlem Yazısı &
ALINTI BİR YAZI.
Şimdilerde şairin tabiri ile yolun yarısına gelmiş olan nesil, çocukluğunu ya da ilk ergenlik yıllarını 1982, yani Özal öncesi yaşamış kişiler.
30 ile 40 yaşları arasındaki Türk insanı üzerinde, yaşadıkları dönemin çok büyük etkisi olmuştur. Onca olumsuzluğa, onca yokluğa rağmen o yıllara karşı müthiş bir özlem taşır içinde. Özlem, çocukluk ya da gençliğe midir yoksa o yılların masumiyeti ve saflığına mıdır bilinmez.
Yıl ya 78 ya da 79. Erkek kardeşim bir- iki yaşında, ben ilkokuldayım.
Evimizin karşısındaki müstakil evde üniversiteli gençler yaşıyordu ve ev arada sırada silahlı kişiler tarafından basılıyordu. Biz, kaza kurşununa hedef olmamak için ailecek yerde yatıyorduk.
Polis evlerde olur olmaz aramalar yapıyor diye, babam kütüphanemizdeki tüm sol içerikli yayınları divandaki iki yatağın arasına saklıyordu. Yolda yürürken bile birileri sizi durdurup kimlik soruyordu. Her hafta sonu, evimizin duvarına yazılan yazıları boyuyorduk.
Okuduğum ilkokulun kantininde simit ve Çamlıca gazozu dışında bir şey yoktu, zaten o zamanlar çocuğa haftalık vermek diye bir şey de yoktu. Gene de bakkala gidişlerimde kalan para üstlerini haftalarca biriktirip, tüpte şokella alıyordum. Onca zaman para biriktirilerek alınan ve bitmesin diye gıdım gıdım yenen o tüpte şokellanın tadını hala hiçbir şeyde bulamıyorum.
Ben şanslıydım, babam denizciydi. Seyir dönüşleri bana envai çeşit oyuncak getiriyordu Avrupa'dan. Ama o zamanın çocukları bile bir tuhaftı, ben mahalledekilerle paylaşmayınca o oyuncaktan da zevk almıyordum. Hala gazoz kapaklarını taşla düzeltip, bugünün TASO'larına benzeyen şeyler yapıyordum. Dokuztaş, misket, kukalı saklambaç, hele o "en de tura bir iki üç güzellik", unutulur gibi değildi.
İnşaatlardan sökülen paslı çivilerle oynanan toprağa çivi saplamaca gibi tamamen yokluğun tetiklediği yaratıcılık örnekleri. Sokaklar bizim, dert yok, tasa yok, oyuncak yoktu, olsa da devir hesap devri alacak para yoktu ve eğlence yaratıcılığımıza kalmıştı. Yaz günleri, sabahtan akşama kadar sokaktaydık. "Sokağa Çıkmak"diye bir deyim vardı.
Hayat o kadar güzeldi ki, ilk aşkıma dört yaşında vurulmuştum. Net hatırladığım bir sahne var: Adi Yalın. Babası ona iki tekerlekli bisiklet almış ve bana "Yarın seni de bindireceğim" diye söz vermişti. Bindim mi? Hatırlamıyorum, sonra taşındılar mahallemizden. İkinci aşkım, alt katımızda oturuyordu. Bir gün incir toplayacağız diye, Çengelköy sırtlarında kaybolmuştuk birlikte.
Diyarbakırlı Kürt bir Karpuzcumuz vardı . Salı Cuma karpuz, kavun getirirdi kamyonla. "Kavun ye bal ye" diye bağırırdı. Hakikaten de o kavun bal gibiydi. Hele o zamanın çilekleri, bir reçel kaynadı mı, değil apartman mahalleyi sarardı o nefis çilek kokusu. Reçel yapılacak çilek neredeyse bir gün boyunca beş altı kez suyu değiştirilerek kovalarda bekletilirdi toprağı çıksın diye. Üstelik suya da rengi geçmezdi. Şimdi çilekler toprakta yetişiyor ama toprağa değmeden büyüyor. Belki de o yüzden ne tadı var ne de kokusu.
Siyah beyaz ve tek kanallı televizyon, küçücük parmaklarımızın arasında kaybolana dek bıçakla yontulan kalemler -ki kalemtıraş kullanmak israftı, sınıflardaki çöp kovası onu kalem açma kuyruklarını unutan var mı?
Plastik ilkel beslenme çantaları ve okula götürülmesi yasak olan muz. Hele iç içe gecen halkalardan oluşan ve her zaman akıtan o plastik bardaklar, kâbusumdu benim. Uçlu kalem geldiğinde memlekete, uzay mekiği gibi bakmıştık ve onun ucu da uzay mekiği fırlatma rampası gibi kavrardı kapkalın kalem uçlarını.
Bunların her biri güzel birer anı, 30 lu yıllarını sürenler için. 40 lı yıllarını sürenler için o dönem, terörle özdeş. Zira çoğu Üniversiteyi ya zar zor bitirdi, ya da ayrılmak zorunda kaldı. 50 üzeri için ise hatırlanmak bile istenmeyen günler. Çünkü onlar çocuk okutmak ve yaşam mücadelesi vermek zorundaydı, onca yokluğa, parasızlığa ve kardeş kavgasına rağmen. Sadece çocuklar o yılların tadını çıkardı, sadece çocuklar mutlu ve umarsızdı ve sadece çocuklarda hatırlanası güzellikler bıraktı.
O dönemin çocukları, şimdi çocuk yetiştiriyor.
Sahip olamadıkları oyuncaklarla dolu çocuklarının odaları.
Yedikleri dayakların inadına seslerini bile yükseltmiyorlar çocuklarına. Dizlerinden, dirseklerinden yara kabuğu eksik olmayan o zamanın çocukları, çocuklarından kan alınırken fenalaşıyorlar. Ancak hava karardığında ve babası işten geldiğinde eve giren şimdinin ana babaları, çocuklarını kapı dışarı çıkaramıyorlar, zaman zaman haklı sebeplerle. Annelerinin bir bakışı ile mum kesilen, akşama babana söylerim tehditleri ile büyümüş o çocuklar, bugün kendi çocuklarının psikolojisini bozar diye HAYIR bile diyemiyorlar.
O zamanın çocuklarının, şimdiki çocukları doyumsuz, çoğu bilgisayar başında patates cipsi yediği için şişman, hepsi zehir gibi akıllı ama onca imkâna rağmen okulu pek azı seviyor. Çelik çomağı, kukalı saklambacı ve hatta uçurtma uçurtmayı bilmiyor. Onların uçurtmaları marketlerde hazır yapılmış olarak satılıyor ve babayla bir Pazar günü saatlerce uğraşarak uçurtma yapmanın zevkini ve yeşil tepelerde uçurtma uçurmanın tadını bilmiyorlar.
Okulun açılacağı haftanın öncesinde önceleri zevkle başlayan ama sonra işkence halini alan, defter kaplamanın ne demek olduğundan habersizler, defterlerin kaplanmaya ihtiyacı yok çünkü. Kâğıt onlar için buruşturulup atılabilecek bir şey, defterden kâğıt koparmanın nasıl olup da YASAK olabileceğini akılları almıyor.
Hiç dut silkelemediler, bembeyaz çarşaflara ve hiç incir ağacının ince dalına basıp yuvarlanmadılar komşunun bahçesine.
Mutlular mı?
Umarım öyleler.
Peki, çocukluklarını bizler gibi, özlemle anacaklar mı?
Umarım ...




***
Az sonra karşınızda "bizim masalımız" olacak..."MAHALLE"nin,yitik kuşağınelinden avucundan kayıp gitmişininve kendisinden bir daha haber alınamayançok özel bir dönemin masalı."MAHALLE" ardına kadar kollarını açmış,yeniden kucaklamak içinsizleri bekliyor olacak...
MAHALLEBir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, çok güzel bir ülkede mahalleler varmış.Bu mahallelerin çocukları birbirlerini çok severlermiş. Dışarıdan gelen parolalı bir ıslığa uçarak aşağı iner, beraber olacakları anları iple çekerlermiş. Kavga da etseler kin tutmaz, her gün yeniden dünyalar kurarlarmış. Herkeste sevgi, paylaşma ve arkadaşlarını kollama duygusu yavaş yavaş gelişirmiş.O zamanlar, çocuklar evden okula servis ile değil, buluşarak giderlermiş.Onların yolunu gözlemezmiş; evdeki bilgisayar, şehrin en iyi dershanesi, hazırlık kursları.Bilmezlermiş; hamburgeri, MTV'yi, internet'i, cep telefonunu,Tetris'i.
Bilirlermiş duvarların üzerinde sohbeti, anket defterleri doldurup, sevgileri keşfetmeyiHoroz şekercisini, elleri leş gibi macuncunun, tornavida ile koyduğu rengarenk macunuEve gitmeyi unutmayı, hava kararınca dayak yemeyi, sonra da bir ıslıkla tekrar aşağıya, kukalı saklambaça kaçmayıO hakkında türlü şeyler söylenen evdeki garip adamdan korkmayıKüsmeyi, aynı kıza asılmayı, torbalarla misket toplamayı, gıcır köstek ayırmayı, değiş tokuşu, kaybedince kapışı (o muhteşem "kapış"ı)Teksas'ı, Tommiks'i, Konyakçı'nın dişleriniParamparça Red Kid'leriİç içe konan naylon topları, taştan kale direkleriniÜç korner bir penaltıyıÜzerine apartman yapılan top sahalarını, sonra o apartmana taşınan yeni dostları ve onları kapma yarışınıTaşınanların kırmızı kamyonlarınıİlk ergenliği, boyların ölçülmesiniHey dergisiniOtobüsteki biletçinin lastik sarılı kaleminiYoğurtçuyu, kalaycıyı, hallacıEvlerin arkasındaki odun kömür depolarınıYakan topun yakışınıAdam alırken, adım hesabını,iki çocuğu en iyi arkadaşla takasıMantarlı gazoz kapaklarını, yaldız kazımayıYandaki mahalle ile alınan kavgayı,her kavganın çıkarttığı kahramanı – ödleğiKan kardeşliğiniİp atlama, lastiğe basma, topaç virtüözlüğünüÇelik çomağı, kırılan camları - toplanan paralarıAçık hava sinemalarını, frigo buzuSilik seksek çizgilerini...
Sonra zamanla, bu güzel ülkede durumlar değişmeye başlamış. Yaşlar ilerledikçe, bu birliktelik, kollama, koruma duyguları, bu mahallelerin çocuklarının başlarına çok işler açmış.Daha sonra işsizlik, enflasyon, köşeyi dönme, adamını bulma, malı götürme falan derken, herkes yüzünde soluk bir bakış, içinde hayatın yenilgisi, çaresizlikleri, tatminsizlikleri ile başbaşa kalmış.Çocukları mı? Çocukları şimdi koca koca apartmaların arasında, nefes alınmaz bir havada, evlerinde, sanal bir dünyada, emniyet içerisinde yalnız yaşıyorlar.Anneleri-babaları onları çok seviyor. Beta kapmasın diye kalabalık ortamlara hiç sokmuyor. Hafta sonları hep beraber "Karum" ya da "Akmerkez"deler. Okul servisi çocukları neredeyse yataklarından alıyor. Çocuklar, trafik kaygısıyla köşedeki markete dahi gönderilmiyor.
Babalar şirketlerin bilançolarını, çocuklar da dershane reytinglerini izliyorlar. Hepsi birer test uzmanı, sayısal - sözel yuvarlanıp gidiyorlar.Seksek oynamayı değil ama taban puanları çok iyi biliyorlar. Hayata açılan pencereleri "Windows 98"; onlar ekrana - ekran onlara bakıyor ve koca bir hayat dışarıda akıp gidiyor.
Ve şehrin dışında ağaçlar,tırmanacak, salıncak kuracak, kalp kazıyacak mahalle çocuklarını bekliyor.
Paylaşmayan, yalnız, bencil, kafesler içerisinde, gürbüz, güvenlikteki çocukları.Hiç sopa yememiş,ağaçtan düşmemiş,topu yandaki bahçeye kaçmamış,dizlerinde bir metrekare kabuklar olmamış çocukları...
alıntı

Hiç yorum yok: