23 Haziran 2008 Pazartesi

YAŞAMA SAN'ATI

Geçen kış, yakın arkadaşlarımdan genç bir çiftin deniz kenarındaki evlerinde, yetmiş yaşlarında olağanüstü bir emekliyle tanıştım. Bir üniversitede profesördü. Yemekten sonra dördümüz deniz kenarında yürüyüşe çıkmayı kararlaştırdık. Fakat sert bir rüzgar evi sallamaya ve pencereleri tıkırdatmaya başlayınca bu isteğimiz bir saman alevi gibi sönüverdi.
Ev sahibemiz "Affedersiniz ama beni bu havada hiç kimse yürüyüşe çıkartamaz" dedi.
Eşi de "Haklısın ateşin yanında televizyon seyretmek varken dışarıda üşütüp şifayı kapmanın ne anlamı var?" diyerek eşine destek verdi.
Onları yapmak istedikleriyle başbaşa bırakıp çıktık. Arabalarımızın yanına gelince profesörün arabasının bagajını açıp bir balta çıkardığını gördüm.Rüzgarın birbirine kattığı kumsalı göstererek
"Şimdi kıyı denizin sürüklediği ağaç dalları ve odunlarla doludur" dedi ve ekledi "Şömine için biraz odun toplasam fena olmaz."
Şaşkın şaşkın yüzüne bakıp "Böyle havada odun mu kıracaksınız?" diye sordum. Şaşkın bir ifadeyle "Niçin olmasın?" deyip yürüdü ve "Yaşamamaktan daha iyi değil mi?" diye sordu.
Onu seyrederken birden insanların ne denli zıt yaratılışta olduğunu düşündüm. İki genç ateşin yanında tembel tembel oturmayı yeğlerken, yaşlı bir adamın buz gibi dondurucu rüzgar altında mutlulukla odun kırmaya gidişine baktım ve birden farkına varmadan "Durun! Beni de bekleyin!" diye seslendim.
İkimiz de kucak dolusu odun kırdık. Biraz ıslandık ama hiç üşümedik, yaptığımız iş bizi oyalıyordu. Baltanın saplanışı, tahta parçalarının uçuşu, arkamızdaki denizin kudurmuş gibi göklere yükselişi benim şimdiye dek hiç yaşamadığım yepyeni duygulardı. Profesör zamanımızın en önemli hastalıklarından birine dokunmuştu.
Hepimizin içinde harekete geçmektense durup bakmak, katılmaktansa geri çekilip kaçmak isteyen, hareketlerimizi devamlı düzenli bir yola sokmaya çalışan, herşeye "Hayır" diyen bir ses vardı. Tüm bunlar yaşamaya engel olan bir sürü anlamsız tembellikler ve korkulardı. Dünyanın eskiye oranla kötüye doğru gittiği sözü beni her zaman sinirlendirirdi. Fakat tembellik konusunda ben de aynı düşünceyi kabul ediyorum. Başımızı geriye çevirip atalarımıza bakacak olursak bugünkü tembelliğimize diyecek yok. Onlar mum yakarken bizler neredeyse kibrit yakmaya bile üşenir olduk.
Bu suçun büyük bir payı, çocuğuna fazla düşkünlük gösteren anne ve babalara ait. Binlerce evde binlerce istekler karşısında hiç düşünmeden "Sakın bunu, sakın şunu yapma" denir. "Ağaca çıkma düşersin!", "Kamp kurmayın, belki yağmur yağar."
Yaşama isteği birçok çocukta yanan bir alev gibidir, fakat bu alev devamlı ıslak battaniyenin vuruşları ile karşılaşırsa söner gider.
Atalarımız sağlık yönünden de bizden çok sağlamdılar. Ama bugün orta yaşa geldiniz mi, size zevk veren birçok şeyden kendinizi yoksun bırakmak zorunda kalırsınız. Bunu kendi isteğinizle yapmasanız bile size anımsatacak biri mutlaka çıkar. Damar sertliğini öne sürerek tenisi bırakan bir arkadaşım artık "Geceleri dinlenmeye gereksinimim var" diye saat 21.00'de yatıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, gerçekten yüzünde dinlenmiş bir ifade var ama insan "Tüm bu içinde biriken enerjiyi nerede harcayacak?" diye düşünmeden de edemiyor.
Yaşlı profesör çok haklı.
Çoğumuz "yaşama sanatını" bilmiyoruz.Oysa yapılacak şey yalnızca yaşamaya karar vermek, o kadar.
Seda Fırat'a teşekkürler...Alıntı

Hiç yorum yok: