30 Nisan 2009 Perşembe

Nisan' da 'Eylül'...

"Okumak bir insanı doldurur, insanlarla konuşmak hazırlar, yazmak ise olgunlaştırır..."

....

Haykırmak istiyorum
Konuşamıyorum konuşamıyorum konuşamıyorum
Konuşursam gözyaşlarım beni boğacak
Biliyorum, duyuyorum, görüyorum, konuşamıyorum
alıntı - İlhan İrem (şarkı sözü)

* * *
Uyumak istiyorum, güneş doğduğunda uyanmak...
Yüreğimde kar yangınları, duygularım uyuşmuş...
İleri gidemez, geri dönemez bir noktadayım.

Geçen gün, Cemalnur hanımı aradım. Kendine özgü yorumuyla cevapladı:
-Herkese nasip olmaz, tebrik etmek lâzım!...Kalp kırılmadan, Allah c.c. tecellî etmiyor.
Tebrik edilesi bir zorluk aşmaya çalışıyorum, aslında sadece bir değil, birbirine düğümlenmiş zorluklar...
Bu dağ bu karı, bu yürek bu koru kaldırır demek... Allah c.c. kimseye kaldıramayacağı yük yüklemez ya hani...
Kalbim paramparça oldu sanıyorum ya, olmadı demek...

Bahar... Yeniden doğuşların, dirilişin mevsimi... Her bahar, bendine sığmaz taşar bir coşku seli uyanır yüreğimde...
Kayalara çarptıkça uslanmaz, dur durak tanımaz, denizini arar kavuşacak...
Bu duygular boş değil, değil elbet, bu akan yaşlar rahmet denizini coşturacak damlalardır inşallah...

Bu akşam, Remide ablayla konuştum, vefat eden komşumuzun abisinin eşi...
Komşumuzun bahçesinde kanun çaldığım günü hatırlattı bana... Resim çekmişlerdi, o resimden var mı sende diye sordu.
Var, evet...
O kahkahalar, acı-tatlı yaşananlar geri gelmeyecekler, yalnızca belleklerde kalacaklar. Gün geçtikçe silinerek, yer yer unutularak...

Esen'le dün konuştum ( Mustafa abinin -nur içinde yatsın- eşi)
Bitkin...
Onları herkesten daha sık aramaya çalışırdım, belki azıcık moral desteği verebilirim diye...
Mutlu olurlardı.
Bu akşam onlarla ilgili geçmiş yazılarımı okurken bir kez daha geçmişe döndüm, hüzünlendim yer yer...Alıntılıyorum bu anılar demetini:
.........

Sekiz yıl kadar öncesi...Gurbetimde en son oturduğumuz eve taşınıyoruz. Aylardan Haziran...
Bir yanımdaki komşum çok eski arkadaşım, ilk gittiğim yıllardan beri tanıyıp, samimi olduğum.. O da ayrı bir yazı konusu.. Bu sayfanın linkini sana verdiğimi hatırlamıyorum sevgili arkadaşım yine de adını sevgiyle, çok sevgiyle anmadan geçemeyeceğim. : ))
Diğer yandaki evi satın alanlar taşınmakta ağır davranıyorlar.Duyuyoruz ki hanım hastaymış, hem ilçelerden birinde güzel bir yazlık ev yaptırmışlar, orada kalmayı tercih ediyorlarmış.Ne kadar sonrasıydı net hatırlamıyorum, belki bizden bir yıl kadar sonra, onlar da taşınıyorlar yanımıza..
Çocukları büyük, iki erkek, iki kız; kızlardan birisi İstanbul' da evli.. Hülya...Diğeri Elif...Erkeklerden önce Koray evleniyor. Düğününü çok net hatırlarım.Konvoyunda ben de vardım.Diğeri Barış..O, biraz beklesin şimdi... : )
Gülen abla 50 yaş civarı, açık renk ten, pembe yanaklı, orta boyda, ismi gibi gülümsemesi hep yüzünde olan bir komşumuzdu.Çok iyi bir insan olduğu söylentisi, kendisinden de önce yayılmıştı siteye, rahmetli annesi gibi...
Komşularımla iyi ilişkiler içerisinde olmayı severim.Daha onlar gelmeden kararım verilmişti bile, sıcak bir dostluk, komşuluk örneği olacaktı aramızda, bunun için ben kendi elimden geleni fazlasıyla yapmaya hazırdım.
Tipik bir Yengeç burcu kadınıydı Gülen abla; sevecen, anaç...Yuvası onun her şeyiydi.İlk etapta hemen anlayamazdınız ne kadar yaşama bağlı ve esprili bir kişiliği olduğunu..Siz farkına varmadan çekiliverirdiniz alanına..Öylesine içten, yapmacıksız, sade...
Hasta olduğuna inanasım gelmemişti doğrusu, bu kadar hayat dolu bir insan..Hem hiç belli olmuyor ki..Acaba yanlış mı duyduk?Sonradan anlattıklarına göre, taşınmadan önce epeyce bir süre tedavi görmüş.Hastalık ayrıntısını yazmayacağım şimdi; annesini de genç yaşta aynı nedenle kaybettiğini söylediğini hatırlıyorum.
Özellikle Hülya' nın İstanbul' dan geldiği dönemlerde teras ışıl ışıl, cıvıl cıvıl olurdu.Çiçeklere bayılırdı, bizim kapı girişimizde oluşturduğumuz bir çiçek alanı vardı, genelde renk renk şeker begonya, cam güzeli, soğanlı ithal begonyalarla süslediğim..Aynı çiçekten 80-100 adedini yanyana diktiğinizi düşünün, görüntü etkileyici oluyor haliyle...İkinci kat penceresinden severdi onları...Terastan terasa konuşurduk ayaküzeri, çoğu kez.. Kahvaltıya giderdik birbirimize arada..
Yazlıklarında geçirdiğimiz gün hâlâ hatrımda, ne hoş bir gündü. Denize merdivenlerle iniliyordu oradan da, çevrede kimse yok, birkaç dönümlük bir arazi...yaz kış üzeri limonlarla dop dolu bir limon ağacı çekiyor en çok ilgimizi...Öylesine güzel ki...Sarı-pembe alacalı akşam sefaları, denize paralel sıralandırılmış, büyükçe bir çimenlik alanı çevrelercesine...
Arka sıradaki komşumuz da eşinin ağabeyi ve eşiRemide abla.. Onunla da öylesine yakınız ki, belki çok sık girip- çıkmıyoruz evlerimize,balkonda, bahçede, kapıda-bacada muhabbet ediyoruz ama kaynaşmışız, burası bir gerçek...
Bir gün son derecede üzgün bir halde evden çıkarken görüyor beni Gülen abla..Arabanın yanında alıyor soluğu.

.'Ne olursun gel, bu halde araba kullanma. Konuşalım biraz...' diyor.

Haklı, elim- ayağım titriyor, rengim alıp- veriyor.Ağlıyorum sinirle karışık-üzüntülü...Gidiyorum, yaralarımı sarıyor.
Teselli veriyor bana, kendime geliyorum biraz.
Bir başka günün akşamı geç vakitlerde telefonum çalıyor. Evde değilim. Arayan Gülen abla..Merak ettim, diyor.Işığınız hiç sönmezdi sizin.. Bir şey mi oldu, neredesiniz?
Çocuklarla birlikte bir arkadaşımdayım. Çok duygulanıyorum.O geceyi unutamam.

Düşünseniz- e arkadaşlar, ışığınıza dikkat eden bir komşunuz; sizi seven, düşünen, benimseyip- endişelenen!...
Bir Ramazan günü eve tam iftar vakti geldiklerini görmüştüm. O saatte yemekleri var mıydı, hemen ne hazırlanabilirdi ki? Bir tepsi hazırlayıp göndermiştim ki hâlen bu olay bana hatırlatılır.İhtiyaç anında yapılan iyiliğin bedeli emsalsizleşiyor sanki arkadaşlar..

Hayatta yalnızca yapamadıklarım için üzüldüm, üzülürüm.Elinden geldiği, gücünün yettiğince iyi olmalı insan, karşılık beklemeden...

Koray'ın düğünü, yazlıkta ikram edilen mısır çorbası (yoğurtlu) hatrımda kalanlardan...Barış'ın ilk evliliğinde katıldığı horon da...Mutluydu, al-al olmuştu yanakları yine...
.............
4 yıl önce bir 17 Eylül...Doğum günüm yani... Sabah 9.. suları..Kapı çalıyor. Diğer yandaki komşum..O saatte gelmez, durumunda bir fevkalâdelik var.Hayrola, diyorum..Bir şey mi oldu?Gülen abla.. diyor. Bizlere ömür!...Yâ nasıl olur?Kızı Üniversite sınavında İstanbul' da bir okulu tercih ediyor. Kayıt için babası ile İstanbul' a gitmişler.

.........sürecek....

Elif'le Geçmişe Yolculuk-1

Evet,öykümüz devam ediyor:
Bir gün öncesine dönüyorum.Elif okula kaydolmuş, babası o akşam dönecek. Gülen abla sevinçli, eşi gelecek..O gün hiç görmediğim kadar hareketli...Merdivenleri hoplaya zıplaya inip-çıktığını söylüyor, çok iyiyim Allah'ıma şükürler olsun ki diyor.Evde ne var ne yoksa dökmüş, balkonlarda havalandırıyor.Alışkın olmadığım bir durum bu..İşleri yardımcı kadın yapar, Gülen abla nezaretçi konumundadır normalde..Karşılıklı giriş kat pencerelerimizden konuşuyoruz.Onun oturma odası, benim mutfak pencereme bakıyor.O canlı, kıpır kıpır hali gözümün önünde..
.........
Nasıl yani?...Yok mu artık, bir daha aramızda olmayacak mı? Onun ışıldayan yüzünü; sevgiyle.. her şeye sevgiyle bakan gözlerini göremeyecek miyim?Balkonda eşinin arkasından bakıyordu bir keresinde, büyük bir sevgiyle..Her keresinde yapardı bunu..Eşi de bilip, geriye bakar mıydı acaba?Ya, bir gün de bakma!.. deyivermiştim, şakayla karışık...Mümkün müydü? Hayır!...

O gün yan komşum ve ben farklı arabalarla yola koyulmuştuk, aileyle birlikte..Yıkama, hazırlama işlemleri ve eve getirilişi...

RUH!... Şüphesiz ki Rabbimin bir sırrısın sen!...Nerede o canlılık, nerede, söyle bana!...Nerede beni teselli eden diller, nerede esprili söylenen sözler, nerede o güzel yüreğin yansıdığı gözler.. o ışık?... Ne oldu, nereye gittiler?...Tüm bahçe ışıklandırılıyor.Eve sığmıyor konuklar...Üç gece akşam namazından sonra Kur'an okunuyor, misafirlere ikramlarda bulunuluyor.Sanki bir düğün evi......

Issızlaştı o günden sonra ev...Teras ışıkları yanmaz oldu, balkon neş'eli gülüşmelerle çınlamaz!...Hepsi evliydi çocukların, Elif hariç..O da İstanbul' da okuyacaktı işte...

Mustafa ağabey, 9 ay süren yalnızlık devresinde ciddi bir ruhsal bunalım geçirecekti.Kimse iç halini bilemeyecek, sonrasında anlatacaktı duygularını, yaşadıklarını......
Evleneceği haberi geldi Mustafa ağabey'in... Şimdiki eşi Esen ile arada gelip düzenlemeler için bakıyorlar.Tepkili gibiyim, niye? Bir başkasını o hâtıranın üzerine konduramıyorum.Oysa ki hayat devam ediyor.Mustafa ağabey, benim içtenliğime alışkın, Esen' e de yakınlık göstermemi istiyor gibi...Gülümsüyor, nâzik konuşuyorum ama içtenlik?...Mesafeliyim...
Komşularla hayırlı olsun' a gidelim diyor ancak onları pek de evde bulamıyoruz.Sabahları birlikte çıkıyor, birlikte dönüyorlar.Biz de rahatsız etmek istemiyoruz, ağırdan alıyoruz.
Böylelikle geçiyor aylar...
Esen de hasta çiçeklerime, sıklıkla dile getiriyor bunu...Arada selâmlaşıp, havadan- sudan bir kaç lâf ediyoruz....

Mustafa ağabey hasta..Akciğer... Evleneli bir yıl olmamış daha. Tedaviler başlıyor.İlaç ve ışın tedavileri...Bu dönem İstanbul' da geçiyor.Yine bir geçmiş yazımdan alıntı ekleyeyim:

"Komşumuz (eşi) maalesef hasta. Kemoterapi, radyoterapi vs uygulandı, kortizon kullanıldı. Onlarla sohbet ettim biraz ama olabildiğince neşeli bir havayla, yâ arkadaşlar, kasvetli ortamlara neşe getirmek değil mi ki amaç? Ağlayanla ağlamak değil, ağlayanı güldürebilmek değil mi yapılması güzel olan? Memnun olduklarını hissettim.

Komşumuz ilk eşini 3 yıl önce kaybetmişti, genç denecek yaşta, 52 mi ne..Olaylardan söz açıldı, anlatmaya ihtiyacı var gibiydi. Dinledim tabii, yer yer söz alarak, bir ölçü de hassas bir konuydu aslında çünkü ikinci eş de yanımızdaydı, belki rahatsızlık duyabilir miydi, bilemiyorum ilk eşten söz edilmesinden..İnsan ister istemez düşünüyor tabii.
Bu konuyu şu nedenle anlatıyorum. Onların bir kızları vardı (Elif) ve Üniversite sınavında İstanbul' da bir bölümü kazanmıştı. Rahmetli komşum çok üzülmüştü. Kalp hastası ama olağanüstü yaşama bağlı, olağanüstü pozitif, eğlenceli, renkli bir kimlikti. Kayıt ertesi, daha okul açılmadan vefat etti. Onda da bir hayır varmış demek.. diye düşünmüştük ve bunu dün de dile getirdim. Komşumun eşi de aynı şeyleri dile getirdi. " Evet, dedi, taşlar tek tek yerine oturmaya başladı zaman içerisinde..Kızıma üniversiteyi kazandığında aldığım otomobil, en çok da tedavi için gittiğim İstanbul' da benim işime yaradı örneğin.." Sonuçta buradaki arabalarını oraya taşıyamıyorlar, İstanbul da da araba hele ki hastaysanız, uzak bir yerde oturuyorsanız çok gerekli oluyor. İşte bunu anlatmaya çalışıyorum, olayların düğümü zaman içerisinde çözülüyor, nedenleri, getiri- götürüleri zamanla anlaşılabiliyor ancak. Sabır..ve izle..bakalım neler oluyor sonrasında.. Hadi, hepimiz için her şeyin hayırlısı ve iyisini dileyelim."
........................
Hastalık döneminde Esen, tüm ailenin ve bizlerin sevgisini ve takdirini kazanıyor.Geceleri uykusuz, gündüzleri ayakta...Sanki bir şefkat eli...Onunla yakınlaşıyorum bu arada..Zorluğunu görebildiğimi sanıyor ve mânevî destek olmaya çalışıyorum.
'Sen gittiğinde ıssızladı buralar..Kahkahalarını arıyorum, sesini... ' diyor.Sıkça aramaya çalışıyorum onu...Bir gidişimde şunları yazmışım günceme:
"Ertesi sabah akciğerinden hasta olan ve hastalığı böbreğe metastaz (sıçrama) yapmış olan komşumlardaydım.Onlara, bir farklı soluk getirme çabası içerisindeyim elimden geldiğince.Bilirim zordur böylesi dönemler ve çok dikkatlice ama ümit ve moral ışıklarıyla donatılmak gerektirir konuşmalar, hal- tavırlar, yapmacıksız da olmalıdır aynı zamanda...Herkes çok üzgün gidişinizden dediler onlar da, isim vererek...Tekrar dönecek misiniz? Temelli olarak geri dönecek misiniz?
Bu soru..Ah, bu soru... Tutamadım kendimi, önce bir duraksadım, yüz ifadem ciddileşti, belki acı karıştı çizgilerine ifademin...
'Zor bir soru' dedim, sessizliğin ardından, güçlükle... Konuşmamam gerekiyordu, o anda çekip gitmem... Yapamadım.Yine yaşlarla gölgelendi gözlerim, tutmaya çalışıyorum, hayır ağlamamalıyım, hayır!...Sesim titriyor kendimi kasmaktan, bir yandan gülüyorum, hayır hayır diyorum; ağlamak hiç yakışır mı bana, ne ayıp!.. Olacak şey mi bu?Geçti, geçti bile bakın.. : ))İçimden kızıyorum, hem nasıl kızıyorum kendime. Ne bu yaptığın şimdi, aşk olsun, tam yeriydi burası bu duygu tezahürünün!...
Ne mutlu, ağlayabiliyorsun diyor komşumuz; ben ağlayamıyorum!!!
Beynimden vuruluyorum bu sözle.. Hayat, ne yaptın canım ya?Yüzü sarı, sapsarı... Yine kan değerleri düşük demek. İki aylık ömrü kaldığından söz etmişler Çin' de -tedavi için gitmişlerdi- gün sayıyor.Sigarayı bırakmıyor, inatla bırakmıyor.
Kendimi toparlayıp, durumu idare edecek bir kaç söz söylemeye çalışıyorum ya, ne söylediğim bile hatrımda değil şu anda..."
...
Son günlerde Mustafa ağabey çok hasta, zorlukla yürüyor artık.Rengi yine sarı- sapsarı..O simsiyah gür saçlar yine dökülmüş ve beyazlamışlar..Belki 10 yıl yaşlanmış.Elif'in kınası ve düğününde görüyorum onu.Elif kız mutlu, sevdiği ile evleniyor.Kınasında da düğününde de başrol oyuncusu gibi hâkim olaylara, gidişata...Remide abla,Esen, Hülya, Elif... diğerleri...Sıcacık kaynaşıveriyoruz yine, bıraktığımız yerden devam...Elif'in halalarıyla aynı masadayız.Esen, gelip- gidiyor yanımıza, bir yandan da eşinin durumunu kontrol ediyor, misafirlerle ilgileniyor.
Halalarından birisi de hasta..Bir gece.. diyor,beni düğün sonrası eve bırakırken yolda benimle konuşmanızı hiç unutmadım.'Kitap gibi' bir konuşmaydı ve ben çok etkilenmiştim.Çok faydasını gördüğüme inanıyorum.Hastalığımın ilk dönemiydi ve böyle etkilendiğim bir iki konuşma daha olmuştu yalnızca...Hiç unutmadım, hep aklımda söyledikleriniz...
Benden değil.. diyorum.Rabb' dendir gelen..Ne güzel ki beni vesile kılmış böylesi bir güzelliğin oluşumuna..Beni söyleten O'dur ve gelen her ne varsa O'ndan dır şüphesiz, iyilik nâmına...güzellik nâmına......
Yoruldum yine... Bu hikâye de böyle devam eder, bakalım nerelere varır, nasıl biter, niceleri başlar?...Sevgimle...Hayat

Dua


Allahım…
Güçlülerin yüzüne gerçeği söylemek için
ve zayıfların alkışını ve sevgisini kazanmak için yalan söylememek için bana yardım et.
Eğer bana para verirsen, mutluluğumu alma, Ve Eğer bana güçler verirsen, muhakeme yeteneğimi çıkarma.
Eğer başarı verirsen Alçakgönüllüğü çıkarma
Eğer bana alçakgönüllülük verirsen, Saygınlığımı çıkarma.
Görünenin diğer yüzünü tanımama yardım et,
Benim düşüncelerime katılmıyorlar diye bana karşı olanları hainlikle suçlayarak , onların karşısında suçlu duruma düşmeme izin verme.
Kendimi sever gibi diğerlerini sevmeyi ,
Ve diğerlerini yargılıyormuş gibi kendimi yargılamayı öğret bana.
Başarılı olduğum zaman sarhoşluğuna izin verme,
Ne de başarısız olursam umutsuzluğa düşmeme.
Daha ziyade, başarısızlığın başarının öncesindeki bir deneme olduğunu hatırlamamı sağla.
Hoşgörünün , güçlerin en büyüğü olduğunu,
Ve intikam arzusunun zayıflığın ilk görünümü olduğunu öğret bana.
Eğer beni paradan yoksun bırakırsan, bana umudu bırak,
Ve eğer beni başarıdan yoksun bırakırsan,
Başarısızlığı yenebilmek için irade gücünü bırak bana.
Eğer beni sağlık bağışından yoksun bırakırsan
İnancın lütfunu bırak.
Eğer insanlara zarar verirsem,
Özür dileme gücü ver bana,
Ve eğer insanlar bana zarar verirse,
Affetme ve merhamet gücü ver bana.
Allahım...
Eğer seni unutursam
Sen beni unutma !
Amin


*Dün söz ettiğim komşumuz vefat etmiş. Mekânı cennet olsun.
Hayatın bir numarası yok, aldananlardan olmayalım inşallah.
Karamsar yazılar bana göre değil, bu aralar beni okumayın diyeceğim neredeyse, üzmek istemem ki hiç kimseyi...

Bunları da yazmalıyım oysa hayat yokuşuna dair anı ve duygularım var bu satırlarda...

Yüreğim taşıyamıyor çoğunu da yazmamama rağmen...

Sağlık esenlikler hepimize...

28 Nisan 2009 Salı

Günlüğümden...Nisan 28

BELKİ
Gurbet gurbet öten tren sesi

Ve son kampanayla başlayan özlemin
Unutacaksın bu şehrin garip gecelerini
Yıldızlara uzanmayacak ellerin

Yollar bana sevinç bana hüzün verecek
Boynu bükük döneceğim odama
Unut beni diyordun ayrılırken
Unutmak kolay değil ama

Düşün bu şehrin garip gecelerini
Düşün yalnızlıklar içinde beni
Hani bir resmim kalmıştı sende
Onu olsun yalnız bırakma e mi?

Bilinmez dünya hâli bu
Zamanla değişebilir insan
Belki dönersin bir akşam vakti
Bulutlara o uzak diyarlardan

Mustafa İlhan Geçer

Lise yıllarımdan aklımda kalmış bu şiir... Bu akşam bir takvim yaprağının arkasında rastladım yine ve google' dan kopyaladım.
Annemin vazgeçilmez geleneğidir Saatli Maarif Takvimi... Bu akşam ona gittim iş çıkışında...

Çocukluğumu bilir bir mahalle bakkalımız var arka sokağımızda... Alış veriş için uğradığımda çok eski komşularımızdan birinin oturduğunu gördüm bakkalın işleticisi sahibi olan M. bey ile...
Büyük denebilecek bir mekân olduğundan ilerideki masaya geçip oturdum ben de... Daha doğrusu, selâmlaşma, hâl-hatır sorma faslından sonra ben gidecekken onlar bir çay ikramı konusunda ısrarlı davranınca kaldım orada...

Koyu bir sohbete giriştik oradan- buradan derken...
Mahalledeki ahşap konak ve sakinleri, Kemal bey amcalar, Chevrolet' si ile taksi şöförlüğü yapan komşumuz, Kadriye hanım teyze... Daha kimleer kimler...
Bakkalımız anlattı biz ahşap konağın kapısındaki çekirdek çitlemeli geceyarısı muhabbetlerinden dem vurunca; bir arka sokaktaki muhabbet de bambaşkaymış.

Şimdi, dedik. Birisi girse sokağa, bu kim diye bakılıyor. Kimin kimden haberi kaldı ki?
Konak önü muhabbetleri denince söz Nevin' e geldi. 'Küçük Nevin'
Ablam da aynı isimde olduğundan ve minyon yapısından dolayı üzerine yapıştı bu sıfat...
Haberin var mı diye sorunca bir aramayı denedim. Evdeymiş.
'N' aber minyatür? ' diye girdim söze...
Çıtı- pıtı, süslü, cıvıltılı bir Balık burcu kadını o...
Çok mutlu olduk tekrar, uzunca bir aradan sonra konuşmaktan...

Neler yitip gitmiş elimizden... Mahalle ruhu, mahalle kültürü varken, aile ruhunu ve neredeyse birey ruhunu bile yitimişiz, yitiriyoruz. Yazık... Çok yazık...
Özlemi kalmış ruhlarımızda ve tadı damağımızda...

Kendi sıkıntılarımın arasında son haftalardaki olaylara pek değinmedim.
Bir gün, arkadaşıma serum takılırken ( sevgili Meryem' i tanıdı birçoğunuz, rahatsızlığını bilirsiniz.) yanındaydım. Kemoterapi alıyor.
İyi yapılandırılmış bir özel hastane odası... Birkaç koltuk, herbirinde, asılı olan serumlar kollarına bağlı olan insanlar...
Ne çok insan, ne çok hikâye...
'Neden ben? ' diye soramıyorum, diyordu Meryem... 'Öylesine genç insanlar var ki hasta...'
'Hiç olmazsa bir az bir şeyler yaşayıp gördük biz...'
'O gün kalkmışsam eğer, ağrılarım yoksa şükrediyorum o güne de eriştiğime... Uzun uzadıya plan program yapmıyorum, yapamıyorum. Basitleşti hayat benim için...'
Göktürk' teki evindeymiş. Konuştuk bugün... Kirazları sordum, çiçeklenmişler, çok güzellermiş. Bir gitmeli ona da... : )

Ayşegül umreden dönmedi sanırım. Mektubu hâlâ çantamda, yayınlayamadım.
Hacer' le konuşuyorum. Onlar benim ruh eşlerim, var olsunlar...

Meryem' le birlikte Cemalnur hanımı umreye yolculamıştık havaalanından, iki hafta önce... Hemen yanıbaşında oturtmuştu bizleri...
Bu sıkıntı dönemimde konuştum onunla, umre dönüşü, telefonda...
'Tebrik etmek lâzım.' diyor.
'Her kula nasip olmaz.'
Onun güzel görüşü, güzel değerlendirmesi, sağolsun...

Gurbetimden yan evde oturan komşumuzla ilgili bir haber aldım. Dualarımız onun için ve tüm hasta ve darda zorda olanlar için olsun inşallah...
Ağır... çok ağır hasta artık.... Nefes alamıyormuş, hastanede, ağrısını dindirmeye çalışıyorlarmış.
'O villalar sahiplerine pek uğurlu gelmedi.' diyordu bu akşam ağabeyim....
'Bizim sıradakiler, manzaraya en hâkim olanlardı ve belki fazla göze geliyorlardı, dedim.
İçinde yaşayıp, mutlu olan komşularımız da var, şükür...'

Neyse, daldan dala atlayınca böyle karışık bir şey çıkıyor ortaya...
Şimdilik bu kadar olsun.
Dualarımız müşterek olsun, âlemin iyiliği, mutluluğu için olsun.
Âlemde sevgi ve iyilikler hep vâr olsun.
Dostlara selâm olsun.
Sevgiyle, esenlikle kalalım.
Hayat

27 Nisan 2009 Pazartesi

"Hayat, biz onu plânlarken başımızdan gelip geçenlerdir."


Elimden geldiğince kontrol etmeye çalıştığım halde bir ruhsal travma yaşıyorum.
Kararlarımdan ilkini verdim ama yoğun baskı altında...Pek çok faktör önümü kesti, direnme gücü bulamadım.Kişiliğimin zedelendiğini hissediyorum.Hakkımızda hayırlı ve iyi olmasını diliyorum neticenin...
İkinci karar da alt-üst oldu.Trajikomik bir durum...
Yine her şey ortada kaldı yine belirsiz görünüyor her şey ve bir yığın üzücü yaşanmışlıkla...
İstesek de olmaz ya bazen ya da bilemiyorum nedir?
Olması gereken olur... diyebiliyorum yalnızca ve yaralarımı sarmaya çalışıyorum yaratıcımıza sığınıp- dayanarak...
Günün anlamına uyduğunu düşündüğüm yazıları paylaşayım, tekrar olsa da...
SEVGİLER...
Hayat
Mesnevi’den:
...
"Başka bir yerinde hikayesinin bazen acıların insana ne büyük lütuf olduğunu anlatır. Tıpkı Meryem Sûresi’nde olduğu gibi… Meryem Sûresi’nde Kur’an Hz. Meryem’in İsa’yı doğururken duyduğu acıyla hurma ağacına yanaştığını ve hurmayı dirilttiğini anlatır. Mevlânâ da herkesin anlayacağı dilde şöyle anlatır bunu,.
Adamın biri ağacın altında yatıyormuş. Ağzına bir yılan girmiş. Bir atlı gelmiş, uyuyan adama yılan zarar vermesin diye çekmeye çalışmış ama adam yılanı yutmuş. Küçücük bir yılan içine gitmiş. Atlı ne yapsın, siz olsanız ne yapardınız? Eline bir kırbaç almış ve
- Kalk, demiş. Kalk.Başlamış dövmeye adamı. Uyuyan adam birden dövülmeye başlayınca fırlamış,
- Sen hain misin gaddar mısın şurada uyuyordum, demiş.Ama dayak korkusuna tabi ki kalkmış- Ne yapayım, demiş;
- Buradaki bütün ham elmaları ye, demiş.
- Niye, demiş adam.
- Ye, demiş.Yemeye başlamış sonra da bolca su içirmiş. Adam ham elma üstüne de suyu içince çıkartmış; yılanı görünce korkmuş. Demiş ki
- Allah senden razı olsun, niye söylemedin yılan yutmuş olduğumu?
- Söyleseydim korkudan ölürdün demiş.Mevlâna diyor ki, içimizde yılan huylar vardır. Allah bazen küçücük darbelerle, bazen ham elmalar yedirerek, bazen bizi fazlaca koşturarak içimizdeki bize zarar veren yılan huyları dışarı çıkartır. Bunun için bu dünyada acılar ve sıkıntılar insan için çok faydalıdır. Değil mi ki doğum, sancıyla olur, sancısız bir doğum gördünüz mü diyor Mevlânâ. Hatta anne bağırmaz mı sancımı arttır doktor, arttır ki bir an önce çocuğumu kucağıma alayım. İşte mana çocukları da sıkıntılarla dünyaya gelirler ve daha sonra Mesnevi’si böylece hikâyelerle dolmuştur. "
Çok sevdiğim bir öğreti..."Bu da geçer"
Dervişin biri, uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra bir köye ulaşır. Karşısına çıkanlara, kendisine yardım edecek, yemek ve yatak verecek biri olup olmadığını sorar.Köylüler, kendilerinin de fakir olduklarını, evlerinin küçük olduğunu söyler ve Şakir diye birinin çiftliğini tarif edip oraya gitmesini salık verirler. Derviş yola koyulur, birkaç köylüye daha rastlar. Onların anlattıklarından, Şakir'in bölgenin en zengin kişilerinden birisi olduğunu anlar. Bölgedeki ikinci zengin ise Haddad adında bir başka çiftlik sahibidir. Derviş, Şakir'in çiftliğine varır. Çok iyi karşılanır, iyi misafir edilir, yer içer, dinlenir. Şakir de, ailesi de hem misafirperver hem de gönlü geniş insanlardır... Yola koyulma zamanı gelip Derviş, Şakir'e teşekkür ederken,
"Böyle zengin olduğun için hep şükret." der. Şakir ise şöyle cevap verir:
"Hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Bazen görünen, gerçeğin kendisi değildir. Bu da geçer..."
Derviş, Şakir'in çiftliğinden ayrıldıktan sonra bu söz üzerine uzun uzun düşünür. Birkaç yıl sonra, Derviş'in yolu yine aynı bölgeye düşer. Şakir'i hatırlar, bir uğramaya karar verir. Yolda rastladığı köylülerle sohbet ederken Şakir'den söz eder.
"Haa o Şakir mi?" der köylüler, "O iyice fakirledi, şimdi Haddad'ın yanında çalışıyor." Derviş hemen Haddad'ın çiftliğine gider, Şakir'i bulur. Eski dostu yaşlanmıştır, üzerinde eski püskü giysiler vardır. Üç yıl önceki bir sel felâketinde bütün sığırları telef olmuş, evi yıkılmıştır. Toprakları da işlenemez hale geldiği için tek çare olarak, selden hiç zarar görmemiş ve biraz daha zenginleşmiş olan Haddad'ın yanında çalışmak kalmıştır. Şakir ve ailesi üç yıldır Haddad'ın hizmetkârıdır. Şakir, bu kez Derviş'i son derece mütevazı olan evinde misafir eder. Kıt kanaat yemeğini onunla paylaşır... Derviş, vedalaşırken Şakir'e olup bitenlerden ötürü ne kadar üzgün olduğunu söyler ve Şakir'den şu cevabı alır:
"Üzülme... Unutma, bu da geçer..." Derviş gezmeye devam eder ve yedi yıl sonra yolu yine o bölgeye düşer. Şaşkınlık içinde olan biteni öğrenir. Haddad birkaç yıl önce ölmüş, ailesi olmadığı için de bütün varını yoğunu en sadık hizmetkârı ve eski dostu Şakir'e bırakmıştır. Şakir, Haddad'ın konağında oturmaktadır, kocaman arazileri ve binlerce sığırı ile yine yörenin en zengin insanıdır. Derviş eski dostunu iyi gördüğü için ne kadar sevindiğini söyler ve yine aynı cevabı alır:
"Bu da geçer..."Bir zaman sonra Derviş yine Şakir'i arar. Ona bir tepeyi işaret ederler. Tepede Şakir'in mezarı vardır ve taşında şu yazılıdır:
"Bu da geçer." Derviş, "Ölümün nesi geçecek?" diye düşünür ve gider. Ertesi yıl Şakir'in mezarını ziyaret etmek için geri döner; ama ortada ne tepe vardır ne de mezar. Büyük bir sel gelmiş, tepeyi önüne katmış, Şakir'den geriye bir iz dahi kalmamıştır...
O aralar ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Öyle bir yüzük ki, mutsuz olduğunda umudunu tazelesin, mutlu olduğunda ise kendisini mutluluğun tembelliğine kaptırmaması gerektiğini hatırlatsın... Hiç kimse sultanı tatmin edecek böyle bir yüzüğü yapamaz. Sultanın adamları da bilge Derviş'i bulup yardım isterler. Derviş, sultanın kuyumcusuna hitaben bir mektup yazıp verir. Kısa bir süre sonra yüzük sultana sunulur. Sultan önce bir şey anlamaz; çünkü son derece sade bir yüzüktür bu. Sonra üzerindeki yazıya gözü takılır, biraz düşünür ve yüzüne büyük bir mutluluk ışığı yayılır: "Bu da geçer" yazmaktadır.
Bu da geçer Ya Hû'
Bu da geçer Ya Hû' sözünün aslı bundan bin küsur sene önceye, Bizans dönemine uzanır. Bizanslılar, fena bir işe uğradıkları zaman 'Bu da geçer' mânâsına gelen 'k'afto ta perasi' demektedirler. İbare, Selçuklular zamanında İran taraflarına geçer; ama Farsçalaşıp 'in niz beguzered' olur; Osmanlılar devrinde Türkçe söylenip 'bu da geçer' yapılır. Derken, tekkelerde ve dergâhlarda da benimsenir ve sonuna 'Ya Allah' mânâsına gelen bir 'Ya Hû' ilave edilip 'Bu da geçer Ya Hû' haline gelir.
(Alıntı)

22 Nisan 2009 Çarşamba

Dua... Sevdim...


Her zamankinden daha yoğun , duaya ihtiyacım var.
Birden fazla hayatî kararın arefesindeyim.
Beni tanıyan- tanımayan ancak sevip- benimseyen tüm arkadaşlarım...
Dualarınıza beni de katın e mi?
Sevgiler...
Hayat

.............

Sevdim...


öyle çok “sevdiğim” var ki...

çocukların gözlerini sevdim... içimde huzuru, mutluluğu yaşattığı için...


dinmeyecek sanılan fırtınaları sevdim... yaşamın her döneminde, savaşmam gerektiğini öğrettiği için...


başarısızlıkları sevdim... başarıya giden yolu gösterdikleri için...


geceleri sevdim... tüm günümü nasıl geçirdiğimi değerlendirme olanağı verdiği için...


insanların sorunlarını dinlemeyi sevdim... yaşamın gerçeklerini görüp, daha olgun insan olacağımı bildiğim için...


duyulan eksiklikleri sevdim... her şeye sahip olmanın, insanı ne kadar mutsuz ettiğini bildiğim için...


sabahın erken saatlerinde çalan çalar saatimin sesini sevdim...

bana bugün de yaşama olanağı verildiğini gördüğüm için...


buzlu yollarda yürümeyi sevdim... yaşamda da atılan yanlış bir adımın, insana ne denli acı vereceğini anımsattığı için...



uzaklıkları sevdim... özlemlerin duyguları pekiştirdiğini bildiğim için...


yaşamın renklerini sevdim... yaşanılan tüm duyguları tablolara döktüğü için...



bir şeylere inanmanın mutluluğunu sevdim... kendimi iyi duyumsadığımda, yanımda olacak insanların varlığını bildiğim için...



her ne olursa olsun bir şeyin bittiği için üzülmek yerine yaşandığı için sevinmeyi sevdim... üzüntülere liman olursak,
mutluluğun başka yerlere demir atacağını bildiğim için...



sevmekten ve sevilmekten korkmayan insanları sevdim... sevme ve sevilmenin yapaylıktan değil, doğallıktan geldiğini bildikleri için...



arkadaşlarımla geçirdiğim zamanları sevdim... içten bir sohbetin, tüm ağrılara iyi geldiğini bildiğim için...


ve sevdiklerimin ellerini tutmayı sevdim... avucumun içine bıraktığım yüreğime dokundukları için...

Susmak Üstüne...

Susmak Üstüne...

Susarız…

Konuşulan konuyu boş, basit ve anlamsız buluyoruzdur, konuşmayı da gereksiz ve anlamsız buluruz…

Susarız…

Konuşulanlar öyle abes ve mantık dışıdır ki sadece hayretle dinler ve sessiz bir tepkiyle belli ederiz duruşumuzu…

Susarız…

Sessiz bir onaydır susuşumuz…Biraz utangaçlık belki ama içten bir katılıştır söylenenlere…

Susarız…

Sessiz bir bekleyiş olur susmak…Ya kendimizin yada karşımızdakinin ortak değerleri yeniden gözden geçirmesine tanınmış bir fırsattır sessizliğimiz…Yada birinin bizi fark etmesi, doğru algılayabilmesi için tanınmış bir süre… Susan için endişe ve olasılık hesapları arasındaki gel git lerle biraz da huzursuz bir bekleyiştir susmak

Susarız…

Dile getirilmeyen bir öfkedir bazen suskunluğumuz… Öylesine yaralanmışızdır ki yaralamak isteriz, yüreğini acıtmak ve kanatmak…Ve biliriz ki hiçbir söz acıtamaz, yaralayamaz ve kanatamaz kimseyi bir suskunluk kadar…Ve susmak en acımasız, öldürücü silahtır bazen…

Susarız…

Hassas ve kırılgan bir tepkidir…Küçücük bir hatırlatmadır belki…Fark edilmesi ve onarılması incelik ister…Ya yeniden bir kazanıştır yada aleyhte bir delil olarak kalır karşımızdaki için…

Susarız...

Bir ilişkide negatiflerin gözümüze batmaya başladığı, karşımızdakine ait aleyhte deliller dosyasının kabarmaya başladığı ve hatta dosyayı masanızdan kaldırmaya gerek duymaz olduğunuz bir noktadasınızdır…Bir duruş, bir soluklanmadır susmak…Ortak geçmişin değerlendirilmesi ve geleceğin muhasebesidir…Durup yeniden, şimdi bulunduğunuz noktadan bir daha bakmak istersiniz yaşananlara ve eldekilerle geleceğe gitmenin ne kadar mümkün olduğuna…Bir içe kaçış ve söylenemeyenlerin biriktirilmeye başladığı yerdir susmak

Susarız...

Ayağımız yerden kesilmiş, bulutların üstündeyizdir ve çiçek çiçek bahardır yüreğimiz…Sevdiğimizle yan yana ve can cana yızdır…Öyle bir ruhsal bütünleşmedir ki hiçbir söz tanımlamaya yeterli gelmez hissedilenleri ve susarız…Sadece yüreklerin ve gözlerin konuştuğu yerdir suskunluğumuz…

Susarız...

İletişimin tıkandığı yerdeyizdir , hiçbir iletinin bize yeterli gelmediği ve hiçbir iletimizin doğru algılanmadığı…Yanlışlıklar, yanılgılar ve kim bilir belki de gerçeklerdir bir fırtınaya tutulmuşçasına savrulup duran…Sözler yerini sessizliğe bırakmaya başlar ve siyah, tek nokta konur cümlelerin sonuna…Zamanla cümlelerimizin sonuna konan o tek ve siyah nokta büyüyerek bir kara deliğe dönüşmeye başlar…Güven ve sevginin içten içe çürümeye başladığı yerdir ve gitmek zamanının ertelenmiş halidir susmak

Susarız...

Kabul edilmiş bir hata yada suçtur susuşumuz ve söylenecek her söz kaybetme riskidir…Korku eşlik eder suskunluğumuza…

Susarız...

Bir gidişi kabullenmektir susmak, yerinde ve zamanında olduğunun ayırdımında olduğumuz bir gidişin…

Susarız...

Hayata karşı bir susuştur bu kez yaşanan…Bizi can evimizden vuran bir kayıp, yaşanan büyük bir acı, ölesiye bir çaresizliktir yaşadığımız…Söylenecek hiçbir sözümüzün adrese teslim olmayacağından emin olduğumuz, bütün sözcüklerin anlamını yitirdiği bir yerdeyizdir…Hayatın bize bir şey katamadığı ve bizim de hayata bir şey katmak için anlamımızı kaybettiğimiz bir yer…Belki de boş gözlerle, algılamadan bir seyirdir hayat o noktada ve belki de amacı ve beklentisi olmayan, bir mesaj kaygısı taşımayan ve hedefi olmayan tek susuştur yaşadığımız…

Susmak; eylemsiz ve durağan bir edim gibi görünse de her susku bir şey anlatır yine de ve her suskunun bir nedeni vardır ve her susku içinde pek çok sesi hapseden sessiz bir eylemdir…

21 Nisan 2009 Salı

Kuyu...


Okuyun lütfen Çok ilginç bir öykü
Günlerden bir gün, köylerden birinde, adamın
birinin eşeği, kuyunun birine düşmüş. Niye düşer, nasıl düşer sormayın. Eşek bu. Düşmüş
işte. Belki kör bir kuyuydu, ağzı tahtayla kapatılmıştı
belki, üzerine de toprak dökülmüştü. Zamanla tahta çürüdü, zayıfladı, toprakta biten
otları yemek isteyen eşeğin ağırlığını çekemedi ve
güm. Hayvancık saatlerce acı içinde kıvrandı, bağırdı
kendi dilinde. Ayıptır söylemesi, anırdı yani. Sesini duyan sahibi gelip baktı ki vaziyet kötü. Zavallı eşeği kuyunun dibinde melul mahzun
bakınıyor. Üstelik yaralanmış. Karşılaştığı bu durumda kendini eşeği kadar zavallı
hisseden adamcağız köylüleri yardıma çağırdı. Ne yapsak, ne etsek, nasıl çıkarsak soruları havada
kaldı. Sonunda karar verildi ki kurtarmak için çalışmaya
değmez. Tek çare, kuyuyu toprakla örtmek. Ellerine aldıkları küreklerle etraftan kuyunun içine
toprak attılar. Zavallı hayvan, üzerine gelen toprakları, her
seferinde silkinerek dibe döktü. Ayaklarının altına aldığı toprak sayesinde her an
biraz daha yükseldi . Ve sonunda yukarıya kadar çıkmış oldu. Köylüler
ağzı açık bakakaldı.
Hayat, bazen bizim de üzerimize abanır. Ne bazeni,
çoğu zaman.
Toz toprakla örtmeye çalışanlar çok olur.
Bunlarla başetmenin tek yolu, yakınıp sızlanmak
değil, düşünüp silkinmek ve kurtulmak, aydınlığa
adım atmaktır.
Kör kuyuda olsak bile...
Sevgiyle....
( Net' ten alıntıdır. )

Ne olursa olsun asla vazgeçme!


Ne olursa olsun asla vazgeçme!

Gözlerini açtiginda çölün tam ortasindaydi. Fidye için yanlis adami kaçiran mafya, sanki intikam almak istercesine genç ve suçsuz adami, çölün ortasinda ölüme terk edip kaybolmustu. Inanilir gibi degildi. Epeyce bir saskinliktan sonra düsünmeye basladi genç adam. Aklina henüz dördüncü sinifa giden on bir yasindaki oglu geldi. Oglu uzaktaydi ve yasadiklari kasabada yapayalnizdi.

Geçen yil bir trafik kazasinda karisini kaybetmisti. Oglu için, onun gelecegi için yasamak zorunda oldugunu biliyordu. Bunlari düsününce yüzünde bir intikam ifadesi olustu. Bekle beni yavrum geliyorum, senin için yasayacagim seni asla yalniz birakmayacagim dedi.

Günesin battigi yöne dogru yürümeye basladi. Yürüdü, yürüdü, yürüdü; Aç ve susuz tam üç gün yürüdü. Umutlari bitmek üzereydi. Üç gündür bir vahaya ulasamamisti. Kararliydi, yavrusuna kavusacakti, vazgeçmemeye yemin etti. Yürüdü. Büyük bir inançla yürüdü. Susuzluktan çatlayan dudaklarindan akan kani eme eme yürüyordu.

Birden muhtesem bir sey oldu ve bir vaha gördü, yaklasti. Kurtuldum, geliyorum yavrum diye diye kosmaya basladi. Vahanin yanina geldi, su diye elini daldirdigi seyin kavurucu sicagi adeta bir serap tokadi savurdu adama. Lanet olsun dedi ve yürümeye devam etti. Kisa bir süre sonra yeniden bir vaha gördü. Agaç, çiçek, su, her sey vardi. Yine kostu. Bu seferki kesinlikle vahaydi. Ama yaklasinca çöl sagir edercesine yüksek bir sesle bagirdi: Ben bu kadar cömert degilim, serap görüyorsun seraaap! Genç adam yilmadi, yikilmadi. Yine yürüdü. Oglu bir an bile çikmiyordu aklindan... Tekrar bir vaha gördü, kostu kostu ve yüzüstü suya atladi. Agzina dolan kumlar yine serap diye bagirdi. Hiç hali kalmamisti ama her gördügü vahaya kosuyordu, her seferinde serap olsa da.

Artik besinci gün de bitmisti. Sürünerek gidiyordu ogluna, yeniden bir vaha gördü. Kumlara tutuna tutuna gitti. Bu kaçinci serapti Allah bilir. Hizi tamamen biten genç adam artik sürünemiyordu bile. Yeniden bir vaha gördü. Biraz daha gitti, biraz daha süründü. Güçlükle sunlari mirildandi: Beni affet oglum gelemiyorum. Biliyorum bu da serap, bir sonraki de. Elveda!

Kendini günesin eriten sicagina birakti ve teslim oldu. Kisa bir süre sonra öldü. Ertesi gün ayni yerden bir kervan geçti. Kervanin kilavuzu genç adamin cesedini buldu ve söyle seslendi: Su içmeyi birakin da çabuk buraya gelin. Burada bir ölü var.

Suya 10 metre kala susuzluktan ölmek kim bilir ne acıdır, ama ölen hiçbir zaman bunu bilmez.

18 Nisan 2009 Cumartesi

Hızır ve Uykucu adam

Kuran'da Maide suresinin119. âyetinde insanın o büyük kurtuluşunu anlatan Tanrı sözünü: "Allah onlardan razı oldu, onlar da O'ndan razı oldular. İşte o büyük kurtuluş budur." İlâhi hükmünü çok güzel betimleyen Hızır'la ilgili kurgulanmış meseli okuyalım.

Hızır'ın yolu camiye düşmüş bir gün. Bakmış içerisi hınca hınç dolu. Herkes büyük bir dikkatle hocanın çok güzel vaazını dinlemekte. Güç belâ kendine bir yer bulup dinleyiciler kervanına katılmış. Çok geçmeden farketmiş ki, hemen yanıbaşında oturan adamın vaazı falan dinlediği yok, derin bir uykuya dalıp gitmiş. Canı sıkılmış Hızır'ın, adamı dürtüp uyandırarak kendine getirmiş. Adam yarı uykulu bir süre vaazı dinlemişse de, çabucak eski derin uykusuna dönmekte gecikmemiş. Hızır adamı yine uyandırmış ve yine aynı hızla bıraktığı yerden uykusuna devam ettiğini görmüş. Bu böylece sürüp gitmiş. Nihayet son dürtülüp uyandırıldığında adamın sabrı taşmış ve Hızır'ın kulağına eğilerek "beni rahat bıraksana arkadaş" demiş. "Eğer bir daha uyandırırsan günâh benden gitti, senin Hızır olduğunu bütün camiye ilân ederim."

Gaflette zannettiği, uyandırmak için çabaladığı adamın gerçek kişiliğini bilmesine son derece şaşırmış Hızır ve işin aslını öğrenmek için doğruca koşmuş Yaradan'ın huzuruna: "Yarabbi" demiş "Bu adam benim Hızır olduğumu nereden bildi? Halbuki bana verdiğin listede bu adamın ismine hiç rastlamadım."

Rabbi, ona: "Elindeki listenin başlığını bir daha okusana ya Hızır!.." diye emretmiş ve okumuş Hızır: "Allah'ın razı olduğu kulların listesidir." "Evet" demiş Yaradan "Bu listede o kulumun ismi gerçekten yok. Ama benim yanımda, senin bilmediğin bir başka liste daha var. İşte o adam orada kayıtlı. Çünkü o liste “Allah'tan razı olan kulların listesidir."

16 Nisan 2009 Perşembe

Susmak...

Dokunsalar ağlayacağım;
oysa gözyaşlarıma çelik mühürler vurulmuş
avaz avaz susmaktayım şimdi!
İçimdeki karanlık çığ gibi büyüyor
kendimden bile kaçmaktayım şimdi!

Susmak: Konuşmanın bir yönü,
Değişik bir tavrı
Bir yığın suçtan güzel.

Susmak: Bazen büyük bir erdem,
Bazen büyük bir savaşın sonu.
Savaş yorgunluğu,belki zafer, belki de mağlubiyet.

Susarsın, korktuğun için.

Susarsın, kazandığın için...

Susarsın, bilmediğinden...

Susarsın, bildiğinden!
Bir sessizliğin, senfonisini yazarsın.
Değişik renkte, değişik karakterlerde.
Hepsinde de sen varsın!

Senin sessiz, şarkıların söylenmekte.
Varlığındaki çoklukları bilmeden,
Çokluklar çilesini yumak yapmadan..
Uzatmadan gölgeleri ardindan!..

Susarsın.
Öyle bir susuştur ki bu,
Tüm sesinle haykırmışcasına...


alıntı

11 Nisan 2009 Cumartesi

Hüzün... (Canan' ıma...)

Yazan: canan Tarih: 3/4/2009
Konu: hüzün
Canım arkadaşım, telefondaki sesin beni çok üzdü. Umarım o anlık birşeydir, ciddi bir sıkıntın yoktur. Senin sesin kötü gelince , sıkıntılı bir yazı yazınca beni de sıkıntı alıyor ve üzülüyorum . Neşeli sesini duyana kadar da rahat etmem. Rabbim yüreğine ferahlık versin, sıkıntılarını gidersin inşallah. A.e.o.

.... cevâben...
Senin gibi bir dost nasibettiği için Rabbime minnettarım.Elin elimde, başım omzunda hiç konuşmadan anlaşabilirdik, arada mesafe olmasa diyorum...
Öylesine arıyorum ki bu dost sıcaklığını bâzen...
İstemeden de olsa, yazıp ya da arayıp seni rahatlatamadığım için beni affet...
Bugün hocamla konuştum yine, duanıza ihtiyacım var dediğimde dualarda bulundu, en 'emîn' olana emânet olalım o ve hepimiz, inş.
'Acı geldiğinde güleceksin' diyordu bugün... Güldüğünde geçer, gider.
Farklı anlamlar ifade ediyor muhakkak sözleri ve aşağıya alıntıladığım yazıyla da ters düşmüş gibi görünüyor belki...
Bugün aldığım bir mektupta Fırat' ın debisi gibi coşan bir ruhtan sözediyordu Ayşegül...
Nisan' da Eylül başlığını koyup daha tamamlayıp yayınlamadığım yazımda (taslak) ben de baharın getirdiği ruh çırpıntılarımdan sözetmeyi düşünüyordum.

'Kalbimin İstanbul Köşesi' diye başlamış mektubuna, yayınlamak isterim, okunası güzellikler var, bir dolu anlamlı alıntı şiirlerle bezenmiş satırlarında...

'Kalbimin Ankara Köşesi' diyorum ben de sana...
Seni konuştuk dün görümcemle...
Bilmem hangi hastaya (yakınlarından) birkaç farklı doktorun böbreği alınacak demesine rağmen senin muhalefetini... Yine o yerinde (Rabbim nazardan korusun ve faydalı işlerini ziyadeleştirsin, dilerim) teşhislerinden biriyle, Rabbimin izniyle yanlış ameliyat olmaktan kurtulduğunu...
Seda için de teşhisin geldi aklıma...
Senin karakterini bildiğimden çok da yazmak istemiyorum bunları ama... : ))
Gönüle çok sevdirilenlerdensin, şükür...
Beni düşündüğünü bilmek, zor anlarımda güç veriyor canım.

Sevdiği kula dünyada sıkıntı verir dedi ayrıca hocam, biz de söyleriz ya hani...
Sevilen olmayı ümidetmek bile yürek koruna su serpiyor.

Hem alış artık benim deli- dolu hâllerime... : ))
Üzülme e mi? Bu da geçeeer.. ; ))
a.e.o.


YAŞLI bir kadın, tozlu bir yolda yürüyordu. oldukça yaşlıydı fakat, yüzünde taze bir genç kızın gülümsemesi vardı.
yerde kıvrılmış yatan bir şey gördü... ne olduğunu pek anlayamamıştı. tozlu yolda yatan şeyin bir formu yoktu, birinin üzerine örtülmüş gri bir battaniyeyi andırıyordu.eğildi ve sordu:
''kimsin sen?''
iki ölgün göz yorgunca yüzüne baktı. ''ben??... ben hüzünüm'' diye bir ses geldi... zor duyuluyordu.
''ah, hüzün, dedi sevinçle, kadın, sanki eski bir tanıdığa rastlamış gibi.
''beni tanıyor musun??'' diye sordu hüzün, şaşırmıştı.
''elbette tanıyorum seni...
''ama...., dedi, şaşkınlıkla..neden benden kaçmıyorsun, korkmuyor musun?
''neden kaçacakmışım, canim...sende bilirsin, kim kaçarsa ona yetişeceğini...ama, sana birsek sormak istiyorum:neden böyle cesaretsiz görünüyorsun??''
''ben, çok üzgünüm dedi, yerdeki gri varlık, sesinde kırgın bir ton vardı.
yaslı kadın, yanına oturdu...
''demek üzgünsün, istersen anlat, seni neyin bu kadar üzdüğünü..
hüzün derin bir nefes aldı. onu gerçekten dinlemek isteyen biri mi vardı, inanamıyordu...derin bir nefes alıp verdi. ne kadar da arzu ederdi hep onu birinin dinlemesini.
''ah, dedi...duraksayarak, ''biliyor musun..beni kimse sevmiyor..oysa, benim görevim bu...insanların arasına karışmak ve onlarla olmak...ama ben yanlarına gelince, korkuyorlar ve benden kaçıyorlar...
yutkundu....kendilerine cümleler icat etmişler, beni kaçırtmak için., hayat güzeldir, yasamaya değer, cart curt...sahte gülüşleri zamanla midelerinde krampa yol acıyor, nefes alamıyorlar. yasasın, beni güçlü kılan ne varsa, diyorlar.. kalpleri daralıyor, kendimi koyuvermemeliyim, diyorlar ve sırtlarına, omuzlarına ağrılar giriyor.
sadece zayıflar ağlar, diyorlar...
biriken gözyaşları nerdeyse kafalarından fışkıracak. ye da kendilerini içkiyle ve haplarla uyuşturuyorlar,
beni hissetmemek için.
''ah, evet dedi, yaslı kadın...öyle insanlara çok rastladım.
hüzün, derin bir nefes alıp, verdi...
''oysa ben, insanlara sadece yardım etmek istiyorum. yanlarına iyice yaklaşabilsem, o zaman kendilerinle karsılaşabilirler.
ben onlara yaralarını iyileştirebilmek için, kendilerine bir sığınak yapmalarına yardımcı olabilirim. çünkü hüzünlü olan daha hassas olur. bazı acılar, eski bir yara gibi kanamaya baslar. kim hüzünlenmeye müsaade ederse yaraları iyileşebilir.
ama, insanlar onlara yardımcı olmamı istemiyorlar. yaralarının üzerini renkli bir kahkaha ile örtüyorlar, ye da kalın bir hayal kırıklığı perdesi sarıyor çevrelerini.birden sustu...önce ufak hıçkırıklarla sonra sarsılarak ağlamaya başladı.
küçük ve yaslı kadın, şefkatle onu kollarına aldı. ne kadarda yumuşak ve sıcaktı. onu okşadı ve,
''ağla hüzün, dedi... tekrar kendine gelmelisin..artık ben de seninle geleceğim...cesaretsizlik daha fazla güç kazanmamalı.hüzün birden sustu, ve kadına baktı...söylediğine şaşırmış görünüyordu..
''sen kimsin, neden benimle gelmek istiyorsun?? '''
yaslı kadın, ben, dedi...gülerek...yüzündeki gülümsemeyle yine taze bir genç kıza benzemişti...
''ben, umudum...'''

10 Nisan 2009 Cuma

Okuduğumda çok düşündüm... Ya siz?

[Resim]

Alttaki resim 9 yaşında bir çocuk tarafından çizildi.
Önce resme bakın size ne ifade ettiğini düşünün,
Sonra altındaki yazıyı okuyun.



[Resim]

Bana getirip 'bu resim sana neyi ifade ediyor?' dedi. (Üzerindeki yazıyı yazmamıştı henüz)

Bir şeyler söyledim, çocuğun bakış açısını düşünüp neler ifade etmek
istediğini tahmin etmeye çalışarak...

Ama verdiği cevap beni çok şaşırttı. 9 yaşının çok üzerinde bir
anlayışla bana şunları söyledi..

Kuşlardan biri özgür görünüyor, öteki de tutsak. Ama aslında ikisi
de tutsak. Çünkü özgür olan uçarsa arkadaşı düşüp boğulacak!
Her Özgürlüğün İçinde Bir Tutsaklık Vardır! Dedi...

9 Nisan 2009 Perşembe

Ara Yüzey

"Cihan içinde muradım ne ise verdi kazâ
Hemen bir almadığım intikam kalmıştır"
Nâbî

Ne horoz ötüşlü semtler ne şirin bir dam kalmıştır
Evler birer can kapanı, canımızdan tek nâm kalmıştır.

Sanal bedenler geçip gider, anlamsız göndergeler,
Değişim değeri yok, verilir alınmaz bir selâm kalmıştır.

Toy ütopyalar çöktü, halâyık türküler turfa karam
Ne akçeden özge dilber, ne muhkem bir ehram kalmıştır.

Çalı(p) çırpıyla, bul karayı, nice dilbâz adamlardır;
Esin şimşeği çakmaz ancak kuru bir meram kalmıştır.

Atık su şebekesi eros, sevgi talan üzre fırsat;
Görsel ifrit taşkınında çocuklara birsam kalmıştır.

Herkes herşeyi bilir, kimse bilmez haddini asla;
İnsanlık ağacını örseler, kurtlu bir sam kalmıştır.

Nice çalımlı kezzap, din yapıp satar nifak pazarında,
Ne Allah'a karşı haşyet, ne Resûl'e ihtiram kalmıştır.

Fâş oldu mahremiyet, girdiler canevimize bile;
Kan gider lisânda, dîn diye bir yaram kalmıştır.

Cedlerin kelimesi toprağı vatan kılmıştı bize,
Vatandan koptu 'kelime', toprak altında rüyâm kalmıştır.

Taze kızları cariyeleştir, sürüyüp damlarda yoket oğulları,
Halkı açlıkla sustur, hemen inleten o kibirli makam kalmıştır.

Tekbiçimli kıyamettir, emanet çekilmiş göğe;
Yasa çete'le tutar, gelen şanlı paşam kalmıştır.

Helâl sorulmaz oldu, pis kokuyor yaşamak rivâyeti,
Dünya denen konutta sâkin, sâde bir harâm kalmıştır.

Elini çek artık, hüner kabzasından, ey kelâmın mîri,
Sözü dosdoğru söyleyen, şurda kaç adam kalmıştır!

Cahit YEŞİLYURT

7 Nisan 2009 Salı

MEKTUP















sana sorulmuş olan soruları tekrarlıyorum


ne sonun başlangıcı ne de başlayanın sonuncusu


bu evde yalnızız ürkerek zamandan


yalnızca dudaklarımı hareket ettiren o can bedende


sana söylemek istediklerim


kimlerle irtibat kurmak isteğimle orantılıdır


başka kimle bütünleştiğim zaman ruhum yetkinleşecek


kimlerin elinde durmadan eksilecektir



dışarıda kışın ilk günler ve biteviye yağmur


nereye diye soran ürkek bir atlı yok penceremde


nasılsın diyen buzlu bir cam olabilir


bana değdirince yakan parmaklarını ötede


onca karaltı arasında bir nokta gibiyim


ırmağını ateşte yakan kurutan soyunu


ah hiç geçmeyen zamanın gürültüsü


çiğdemler yerde sarkıtılmış gök tarumar olmuş bahçe



biliyorum senin bildiğini ben de


sen de benim gibi yap; hiç bilmiyormuş gibi


içinin duvarları kırılıp da sonsuzluğa uçan kuşlar


mahfuz kıl kendini saklı kalsın


bu dünyada sen bir hayal sözcükten farksızsın


Levent SUNAL-Biz Neyi Anlar- Dergah Yayınları

H. Gibran' dan...

...............
Bunun üzerine Almitra, "Bize sevgiden bahset..." dedi. Ve o başını kaldırdı, insanlara baktı. Üzerlerine sinen derin dinginliği duyumsadı. Ve yüksek bir sesle konuşmaya başladı:
"Sevgi çizi çağırınca, onu takip edin,Yolları sarp ve dik olsa da...
Ve kanatları açıldığında, bırakın kendinizi,Telekleri arasında saklı kılıç, sizi yaralasa da...
Ve sizinle konuştuğunda, ona inanın,Kuzey rüzgarının bir bahçeyi harap edişi gibi,Sesi tüm hayallerinizi darmadağın etse de...
Çünkü sevgi sizi yücelttiği gibi, çarmıha da gerer.Sizi büyüttüğü ölçüde, budayabilir de...
En yükseklere uzanıp, Güneş'le titreşen en hassas dallarınızı okşasa da,Köklerinize de inecek, ve onları sarsacaktır, Toprağa tutunmaya çalıştıklarında...
Mısır biçen dişliler gibi sizi kendine çeker;Çıplak bırakana kadar döver, harmanlar;Kabuklarınızı, çöplerinizi ayıklar, eler... Bembeyaz olana kadar öğütür sizi;Esnekleşene kadar yoğurur;Ve Tanrı'nın İlahi sofrasına ekmek olasınız diye, Sizi kendi kutsal ateşine savurur...
Sevgi bütün bunları,Kalbinizin sırlarını bulasınız diye yapar,Ve bu biliş, Hayat'ın kalbinin bir cüzzünü yaratır...
Ancak korkunun kıskacında,Yanlız sevginin huzurunu ve hazzını ararsanız,O zaman örtün çıplaklığınızı, Ve sevginin harman yerine adım atın...
Adım atın, kahkahaların tümünün olmadığı,Sadece gülebileceğiniz mevsimsiz dünyaya,Ve ağlayın, ama tüm gözyaşlarınızla değil...
Sevgi hiçbirşey sunmaz, sadece kendisini,Hiçbir şey kabul etmez, kendinde olandan gayri... Sevgi sahip çıkmaz, sahiplenilmez de;Çünkü sevgi, sevgi için yeterlidir, tümüyle...
Sevdiğinizde, "Tanrı benim kalbimde," yerine,Şöyle deyin, "Ben kalbindeyim Tanrı'nın ..."
Ve sanmayın yön verebilirsiniz sevginin akışına,Çünkü sevgi, yolunu kendi çizer, sizi değer bulduğunda...
Sevgi bir şey istemez, tamamlanmaktan başka... Fakat seviyorsanız ve ihtiyaçların arzuları varsa,Bırakın bunlar sizin de arzularınız olsun...
Erimek ve akmak,geceye şarkılar sunan bir dere misali,Şefkatin fazlasının verdiği acıyı bilip, Kendi sevgi anlayışınla yaralanmak,Ve kanamak, yine de istekle ve coşkuyla...
Şafak vakti kanatlanmış bir gönülle uyanmak,Ve bir sevgi gününe daha, teşekkürle uzanmak... Sessizce çekilmek öğle vakti, sevginin vecdini duymak,Akşamın çöküşüyle de, eve huzurla dönmek... Ve uyumak, kalbinde sevgiliye bir dua,Ve dudaklarında bir şükür şarkısıyla..."
Sonra Almitra tekrar konuştu:
"Peki ya beraberlik?" Ve o cevap verdi:
"Siz beraber doğdunuz ve hep öyle kalacaksınız.Ölümün beyaz kanatları, sizin günlerinizi dağıttığında da beraber olacaksınız. Siz Tanrı'nın sessiz belleğinde bile beraber olacaksınız. Fakat birlikteliğinizde belli boşluklar bırakın. Ve izin verin, cennetlerin rüzgarları aranızda dans edebilsin...
Birbirinizi sevin; ama sevgi bir bağ olmasın,Daha ziyade, ruhlarınızın sahilleri arasında hareket eden bir deniz gibi olsun.
Birbirlerinizin bardaklarını doldurun; ancak aynı bardaktan içmeyin...
Ekmeklerinizi paylaşın; ama birbirinizinkini yemeyin... Beraberce şarkı söyleyin, dans edin, coşun;fakat birbirinizin yalnızlığına izin verin;Tıpkı bir lavtanın tellerinin ayrı ayrı olup, yine de aynı müzikle titreşmeyi bilmeleri gibi...
Birbirinize kalbinizi verin; ama diğerinin saklaması için değil;Çünkü yalnızca Hayat'ın eli, sizin kalplerinizi kavrıyabilir...
Ve yanyana ayakta durun; ama çok yakın değil,Çünkü bir mabedin ayakları arasında mesafe olmalıdır; Ve meşe ağacıyla, selvi ağacı, birbirinin gölgesi altında büyüyemez."

Peki çocuklar hakkında söyleyecekleriniz?
Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları.Sizin aracılığınız ile geldiler ama sizden gelmedilerVe sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarınlardadır,Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onlarıKendiniz gibi olmaya zorlamayın.Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar,Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görürVe o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.Okçunun önünde kıvançla eğilinÇünkü Okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadarBaşını dimdik tutarak kalan yayı da sever...

Ve bir genç, şöyle dedi: 'Bize arkadaşlıktan bahset... Ve o cevap verdi:
'Arkadaşınız, cevap bulan gereksinimlerinizdir. O, sevgiyle ektiğiniz ve şükranla biçtiğiniz tarlanızdır. O sizin sofranız ve ocak başınızdır. Çünkü ona açlığınızla gelir ve onda huzuru ararsınız.
Arkadaşınız sizinle içinden geldiği gibi konuştuğunda, ne 'hayır' demek zor gelir, ne de 'evet' demekten çekinirsiniz. Ve o sessiz kaldığında, kalbiniz onun kalbini dinlemek için sessizleşir.

Çünkü arkadaşlıkta, kelimeler susunca, tüm düşünceler, tüm arzular ve beklentiler, gürültüsüz bir sevinç içinde doğar ve paylaşılırlar. Arkadaşınızdan ayrıldığınızda ise yas tutmazsınız; Çünkü onun en sevdiğiniz yanı, yokluğunda daha bir berraklık kazanır, tıpkı bir dağın, dağcıya, ovadan daha net görünmesi gibi...
Ve arkadaşlığınızda, ruhsal derinlik kazanmaktan başka bir amaç gütmeyin. Çünkü, yanlız kendi gizemini açığa vurmak peşinde olan sevgi, sevgi değil, savrulmuş bir ağdır ve sadece yararsız olan yakalanır.
Ve arkadaşınıza, kendinizi olduğunuz gibi sunun. Eğer dalgalarınızın cezrini bilecekse, meddini de bilmesine izin verin. Çünkü yanlız zaman öldürmek için bir arkadaş aramanızın anlamı olabilir mı? Onu, zamanı yaşatmak için arayın. Çünkü o gereksiniminizi karşılamak içindir, boşluğunuzu doldurmak için değil.
Ve arkadaşlığın hoşluğunda, kahkahalar, paylaşılan hazlar olsun. Çünkü küçük şeylerin şebneminde, yürek sabahını bulur ve tazelenir.'

ve bir kadin, "bize acıdan bahset" dedi. ve o cevap verdi:
"acınız, anlayışınızı saklayan kabugun kırılışıdır. nasıl bir meyvenin cekirdeği, kalbi güneş'i görebilsin diye kabuğunu kırmak zorundaysa, siz de acıyı bilmelisiniz.
ve eğer kalbinizi, yasamınızın günlük mucizelerini hayranlıkla izlemek uzere açarsanız,acınızın, neşenizden hiç de daha az harikulade olmadığını göreceksiniz;
ve kırlarınınız üstünden mevsimlerin geçişini kabul ettiğiniz gibi, aynı doğallıkla, kalbinizin mevsimlerini de onaylıyacaksınız. ve kederinizin kışını da, pencerenizden huzur icinde seyredeceksiniz. acilarınızın coğu sizin tarafindan seçilmistir.
acınız, aslında içinizdeki doktorun, hasta yanınızı iyileştirmek icin sunduğu "acı" ilaçtır. doktorunuza güvenin ve verdiği ilaci sessizce ve sakince icin; çünkü size sert ve haşin de gelse, onun elleri "görülmeyen"in şefkatli elleri tarafindan yönlendirilir. ve size ilaci sunduğu kadeh dudaklarınızı yaksa da, o'nun kutsal gözyaslariyla ıslanmış kilden yapılmıştır."
Ve bir adam söyle dedi:
'Bize kendini bilişten (bilmekten) bahset.' Ve o cevap verdi:
'Kalbiniz gecelerin ve gündüzlerin sirrini sessizce bilir. Ancak kulaklariniz, kalbinizin bilgisini isitmek için deli olur. Düsüncelerinizde daima bildiginizi, kelimelerde de bileceksiniz. Rüyalarinizin çiplak bedenine parmaklarinizla dokunabileceksiniz.
Ve böyle de olmasi gerekir. Ruhunuzun sakli kaynagi yükselmeli ve çagildayarak denize dogru kosmali; Ve o zaman, sonsuz derinliginizin hazineleri gözlerinizin önüne serilecektir.
Ancak bilinmeyen hazinenizi tartmak için tarti aramayin; Ve bilginizin derinligini degnekle veya iskandil ipiyle ölçmeye kalkmayin. Çünkü kisi, ölçüsüz ve sınırsız bir deniz gibidir.
'Tek dogruyu buldum' degil, 'Bir dogruyu buldum' deyin.
'Ruha giden yolu buldum' degil, 'Kendi yolumda yürürken ruhu buldum' deyin. Çünkü ruh, her yolda yürür. Ruh ne bir çizgi üzerinde yürür; ne de bir kamis gibi dümdüz büyür. Ruh, sayisiz taç yapraklari olan bir lotus çiçegi gibi açilir.'
Sonra bir avukat, 'Bize kurallardan bahset...' dedi.
Ve o cevap verdi: 'Siz kurallar koymayi çok seversiniz, Ama kurallari bozmayi daha çok seversiniz. Tipki okyanus kiyisinda sabirla kumdan kuleler yapan, sonra da kahkahalarla onlari deviren çocuklar gibi. Ancak siz kumdan kulelerinizi yaratirken, okyanus kiyiya kum tasimaya devam eder. Ve siz onlari yerle bir ederken, okyanus da sizinle birlikte güler. Gerçekten de okyanus, daima masum olanla beraber güler.
Fakat yasami bir okyanus ve insanlarin koydugu kurallari kumdan kuleler olarak görmeyen kisiler için ne diyebiliriz? Onlar için yasam bir kaya, ve kanun bu kayayi kendi isteklerine göre oyup sekillendirmek için kullanacaklari bir keski gibidir. Danscilardan nefret eden yeteneksiz biri için ne diyebiliriz? Veya boyundurugundan hosnut olup, ormanindaki geyigi basibos bir serseri olarak yargilayan bir öküz için?
Peki, derisini dökemedigi için, digerlerini çiplak ve ahlaksiz olarak niteleyen yasli bir sürüngene ne demeli? Veya bir dügün sölenine erkenden gelen, iyice karnini doyurduktan ve yorulduktan sonra, yemekleri ve eglenceyi kötüleyen biri için?
Bunlar hakkinda söyleyebilecegim tek sey, hepsinin günes isigi altinda olduklari halde, Günes'e sirtlarini dönmüs olduklaridir. Onlar yanlız kendi gölgelerini görebilirler ve bu gölgeler, onlarin kanunlari olur. Ve onlar için Günes, bir gölge yaraticisindan baska ne olabilir ki? Ve onlar için kurallara uymak, baslarini yere egip, toprak üzerindeki gölgelerini izlemekten baska bir sey degildir.
Ancak yüzünü Günes'e çevirmis olanlarinizi, toprak üzerine çizilmis imajlar durdurabilir mi? Eger rüzgarla yolculuk ediyorsaniz, hangi rüzgar gülü yönünüzü çizebilir?
Eger boyundurugunuzu kirarsaniz, ama baska birinin hücresinin kapisinda degil, hangi kanun sizi sinirlayabilir?
Ve eger dansederseniz, ama baska birinin zincirlerine takilip sendelemeden, hangi kanun sizi korkutabilir? Orphalese halki, davulun sesini bogabilir, bir lirin tellerini gevsetebilirsiniz, ama bir tarla kusuna sarki söylememesi içinkim emir verebilir ki? '

4 Nisan 2009 Cumartesi

Değerini bilmek



Vaktiyle ergin bir şeyh, yıllarca yanında yetiştirdiği müridini imtihan etmek ister. Onun eline iri bir pırlanta verip: “Oğlum” der “Bunu al, önüne gelen esnafa göster, kaç para verdiklerini sor, en sonra da kuyumcuya göster. Hiç kimseye satmadan sadece fiyatlarını ve ne dediklerini öğren, gel bana bildir.” Mürit elinde pırlanta bir bakkal dükkanına girer ve “Şunu alır mısınız?” diye sorar Bakkal parlak bir boncuğa benzettiği mücevheri alır; elinde evirir çevirir; sonra: “Buna bir tek lira veririm. Bizim çocuk oynasın” der. Mürit teşekkür edip çıkar. Bir manifaturacıya gider. O da parlak bir taşa benzettiği mücevhere ancak bir beş lira vermeye razı olur. Üçüncü olarak semerciye gidir: Buna ne verirsiniz?” diye sorar Semerci şöyle bir bakar, “Bu der “benim semerlere iyi süs olur. Bundan “kaş dediğimiz süslerden yaparım. Buna bir on lira veririm.”

Mürit en son olarak kuyumcuya gider. Kuyumcu mücevheri görünce yerinden fırlar. “Bu kadar büyük pırlantıya nereden buldun?” diye hayretle bağırır ve hemen ilâve eder. “Buna kaç lira istiyorsun?” Mürit sorar: Siz ne veriyorsunuz?” “Ne istiyorsan veririm.” Mürit, “Hayır veremem.” diye taşı almak için uzanınca kuyumcu yalvarmaya başlar: Ne olur bunu bana sat. Dükkânımı, evimi, hatta arsalarımı vereyim.” Mürit emanet olduğunu, satmaya yetkili olmadığını, ancak fiyat öğrenmesini istediklerini anlatıncaya kadar bir hayli dil döker.

Şeyhinin yanına dönen mürit büyük bir şaşkınlık içinde macerasını anlatır. Şeyh sorar: “Bundan ne anladın?” Müridin verdiği cevap çok doğrudur: “Bir şey ancak değerini bilenin yanında kıymetlidir.” Şeyh ilave eder: “İşte oğlum sen de, sana verdiklerimi, bildirdiklerimi ve öğrettiklerimi onun kıymetini bilmeyenlere verme. Eğer bir kimseye mutlaka vermek istiyorsan, önce vereceklerinin kıymetini tanıt, onlara saygıyı öğret, sonra ver.” Niceleri vardır ki, nadide güllerden meydana gelen şahâne gül bahçesini, dikenli otlardan meydana gelmiş otlar sanır da çiğner geçerler.